Saturday 5 January 2013

İyilik, sağlık...



Ahh dostum… Bu satırları sana kürkçü dükkânından yazıyorum. Evet, yanlış duymadın; onca yıl, buralardan uzak, ayrı diyarların merakıyla gez dolaş, sonra gel, aynı masada aynı acı kahve… Üstelik eskiler bir bir gitmişler dönmeyecekleri yere,  arkalarında tozlu sehpalarla kırık aynalar bırakarak. Şimdi ev ev gezip kalanları yokluyorum da, her biriyle yüzleşmemde içim ayrı acıyor.

İnan, hep iyileri hatırlıyor insan uzaktayken. Hep iyi günleri, iyi halleri, iyi huyları… Şu oturduğum sandalyeden ayağımı hınçla yere vurarak ayrılmıştım Luis’e öfkelenip. Nedendi?  Bir kez bile aklıma gelmedi o gün bugün. Şimdi nehir kıyısında karşılaşsak, onun ne yapacağını beklemeden sarılırdım boynuna.

Sonra Vera…  Kıyasıya eleştirip ağlatmıştı bir gün beni. Rahibe gibi ruhum varmış, hattâ o bile fazlaymış, tamamen ruhsuzmuşum ben. Yanıma yaklaşmaya çalışanı yıldırıyor, daha ilk adımda soğutuyormuşum. Bakışlarımla herkesi tenkit ediyormuşum. Hepsi geçti gitti, nitekim hak vermiyor da değilim geçmişe bakınca. Keşke yanımda olsa, “haklıydın” desem, heyecanlanınca belirginleşen el damarlarına dokunsam da kızgın çehresini yumuşatsam.

Benim gibi birinin çocuklarından ne beklenirse o oldu Jose ile Tania’ya. Jose, özgürlük düşkünü bir serseri olup çıktı, beni ayda bir ararsa ne âlâ. Hovarda! Küba’daydı son aradığında, şair bir kıza âşık olmuş. Ama bu kaçıncı, her konuşmamızda başka birinin adını hafızaya almalıyım. Zor oluyor anlarsın ki bu ara. Tania, aynı gazetede devam ediyor, hepimizden istikrarlı çıktı, belki biraz babasına çekmiş. Kök salmayı seviyor. Çoluk çocuğa karışmak gibi bir derdi yok, “zamanı gelince olur, olmasa da olur” diyor. Ehh, sadece bu açıdan da olsa onun yaşındayken ben de öyleydim. İnsan kendinden olanı n tercihlerine iç fısıltıyla da olsa karışmadan edemiyor. Neyse ki çenemi tutmayı bildim ikisine karşı.

Burada bıraktığım bana gelelim. Yani buradan ayrılamayan tarafıma. Uzaktayken hep özledim bu tarafımı. Uzaktaki tarafımı sevmediğimden değil. Değil de, ikiye bölünmüş biri gibi oldum; oradakinin eksiğini buradaki tamamlayabilirdi ancak. Gayretliydi buradaki, biraz da sertti. Oradaki ise yarınını bilmez, bilmek de istemez, gününü gün ederdi. O yüzden her biri yarım hissetti kendini öbürsüz. Ama iyi idare ettim bu çelişkiyi.

İşte böyle… Haftaya sana geleceğim, bir mâni çıkmazsa. Belki son olur; o yüzden öyle hatırlaman için en sevdiğin elbiseyi giyeceğim. Ne olur ne olmaz…

Friday 4 January 2013

Aşağı, yukarı, aşağı



Gözlerimi kapayınca hep o aynı taş yokuştan aşağı iniyorum. Çıkması epey zor bu yokuşu, ama inmesi de her babayiğidin harcı değil yani... Hele hele yüksek topuklu hanımlar, patileri narin kediler, bastonuyla yürüdüğü yeri yoklayan yaşlıca beyefendiler illa ki takılır o taşlara. Benim tecrübem takılmak değil de, nerede duracağını bilememek daha ziyade. Misal; hızımı alamadığım bir gün kendimle beraber herkesi tepetaklak edeceğim diye ödüm kopmuştu. İşin kötüsü o hızın coşkusuyla uyarıları da duyamam etraftan!  Kendimden başkasını duymuyor kulaklarım hız sarhoşuyken. Hem zaten duysam n’olacak,  o an sadece ben varım, hayal var, düş var. Durduracak olanı gösterseler bir güzel paylarım.
Bazen de –ki bu gözlerim açıkken oluyor genelde- çıkmak istemem o yokuşu çıkmam gerektiğinde. Arkamdan biri ittirsin isterim. İkna etsin tepede güzel şeyler olduğuna, kuşların uçtuğuna, saksılardan taşan sarmaşıklara, pencereden sarkan tatlı âşıklara. Yorulmak için bir sebebim olsun, dizlerimin ağrısına değsin, biri beni görsün ve belki bir dahaki seferlerimi tekrar tekrar beklesin.O kadarcık.