sıradan bir evde,
sıradan insanların
sıradan hayatlarındaki,
sıradan değişimler...
Ve her şey yerli yerinde...
ODA...
https://www.facebook.com/event.php?eid=101721616612342¬if_t=event_invite
Bazı kapılar vardır, içeri bir kere girdin mi sen o eski sen değilsindir artık. Gürültülü bir yol kıyısında bahçesine daldığında huzuruna sığındığın eski bir ilkokul şefkati gibi, çınar serinliğinin gölgede yüzünü yalayıp okşaması gibi, rüzgarın kulağına usul usul bir ninni fısıldaması gibi başka bir faza geçersin. Anneannen eskileri masal anlatır gibi anlatırken senin dizlerinde rüyaya dalman gibi, bir gurbet türküsünde uzağa gidip el sallaman gibi, başka yerdesindir artık.
Beyoğlu Sahaf Festivali’nin (hayali) kapısından girdiğimden beri ben de eski ben değilim bundan böyle. Eskinin kokusu, yeninin tozu, dokunulmuşluğun, yaşanmışlığın anısı donup kalmış kitapların, plakların üzerinde. Sarı sayfalar, altı çizili satırlar en sevdiklerim. Hele bir de kurutulmuş kalmış bir çiçek çıkarsa şansıma…
Sonra o kitap sarrafı olduğu kadar insan sarrafı olmuş sahaf amca ve teyzeler… Beraber yaşamış ve yaşlanmışlar gibi kollamaları kitaplarını, göz ayırmamaları raflarından. Gelene pek bakmayan, esas gidene, el değiştirene çivilenen gözleri, son bir “hoş tutul” duası üfler gibi.
Cebimden bozuk para çıkmadı, tezgahtaki amcaya dedim ki “şunu bana saklar mısın, pazartesi geleceğim yine”; sanki hemen alıp gitmediğimden memnun gibi gülümsedi, “pekala” dedi, “bir hafta sonu daha eskiriz kıymetliyle”.
Şimdi ben, bu güneş sisteminin bir parçası mıyım? Bu mükemmel (?!) döngüye uyan yıldızlar, gezegenler, uydular düzeninde bir yerim, yurdum, koordinatım mı var?
Öyleyse, bu aralar ben bu sistemin yaramaz çocuğu, çürük elması, oyunbozanı, bozuk radyosu gibiyim. İçine kendimi yerleştirmeye çalıştıkça ayrıksı duruyorum; yakışmıyorum olmam gereken yere. Biz hepimiz bir dizi oyuncağız, kurulduğumuzda hep bir ağızdan gülmek için tasarlanmışız. Ama bendeki pili ne kadar yenileseler, sırtımdaki kulpu ne kadar bursalar, yüzümdeki ifade değişmiyor. Üretim bandı üzerinden dikizleyen kamera da tek tek inceliyor bizi ve onca benzerimin içinden tutup çıkartıyor hatalı beni! Ben de arsızım ya; derlenip toplanıp, orama burama çeki düzen verip alıyorum yine banttaki yerimi. Önüme bakıyorum, arkama bakıyorum, sağıma soluma bakıyorum; gördüklerimin hepsi de bana ne kadar benziyor, ama hepsi ağız birliği etmiş gibi “sus, çaktırma kusurunu” dercesine bakıyor gözlerime. E herkes benim gibiyse, nasıl dönüyor bu çark? “mış gibi” yaparak bu kadar sessiz dönmeyi, idareten gülmeyi nasıl becerebiliyorlar?
Pardon, unuttum; biri bana hatırlatsın! Nereye akıyor bu dizi, nereden gelecek yenileri, nereye gidecek eskileri? Eksilecek miyiz, çoğalacak mıyız, yoksa hep mi aynıyız?
Peki, o başta bahsettiğim mükemmel ışıklı sistemden, güneş sisteminden nasıl bu üretim bandına geldim ben? Nerden çıktı bu kusurlu pilli bebek?
12 Aralık 2009, İstanbul