Wednesday 27 July 2011

Sandık ki cennete düştük



"Sohbetim yoktur benim pek" diye başladı; sonra da usul usul beynimizi, gönlümüzü okşaya okşaya konuştu bütün gece, curayla kopuz arasındaki el değiştirmeleriyle verdiği araları fırsat bilirmiş gibi. Konuşurken ellerini nereye koyacağını bilemeyen müziğe sevdalı bu adam, aşktan, ayrılıktan dem vurdu, özgürlüğe yordu bir çocuğun sahne önünde umarsızca dönüp durmasını; "ne güzel" dedi "kendine bu yaşta güvenmesi". Çocuk kendi dünyasındaydı, hatta bir ara ondan bahsedildiğini anlayınca utanıp annesinin kucağına oturacak oldu, oradan Erkan Oğur'a "dur, çalma" diyecek oldu, o da durdu, baktı çocuğun gözlerinin ta içine, gülümseyerek. Çocuk da gülümseyip oynamaya devam etti kendi masalında. E. Oğur kimbilir hangi kahramanı oldu onun masalının.

Uçaklar geçti ikide bir üstümüzden; birinde dedi ki "uçak da do'dan uçuyor, saza uyuyor; zaten bir uçakla başka nasıl bir ortak noktamız olabilir ki"; karşısındaki topluluk güldü, ayrı ayrı herkes acaba ne düşündü.... Yatsı okunurken de iki müzik aynı anda dinlenmez diye sazını susturup bu kez de esirgemediği sesiyle devam etti sohbetim yok diyen adam. "Ezanlar keşke kaliteli okunsa, makamına uyulsa" dedi. Ruhumuzu besleyen şeylerden söz etti, mutlak sessizliğin var olmadığından söz etti; onun cümlelerini burada aynen kurabilmem mümkün değil. Ama çalarken olduğu gibi konuşurken de mest etti. Demircioğlu'yla beraber Zeynebim dedi, Mecnun oldu Leyla'ya seslendi, Ercişli Emrah oldu, Kul Ahmet oldu, divane aşık gibi dolandı durdu. Su gibi aktı sesleri, havaya karıştı, toprağa, suya karıştı. Bitirirken bir de karşı evlerin balkonlarında oturanlardan özür diledi, açık havada verdiği rahatsızlıktan ötürü :)

Bir Ömürlük Misafir'in kapağına aşağıdaki şiiri yazmış Erkan Oğur; başka cümle ziyan etmeden bu yazıya onun dilinden nokta koymak en iyisi.

"İnsan değil ağaç olsam
Dallarımın arasından rüzgarlar esse
Yapraklarım, çiçeklerim, meyvelerim olsa
Mevsimleri yaşasam...
Köklerimle toprağın derinliklerine sarılsam.
Kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar...
Böcekler, karıncalar yollansalar içime...
Çürütseler oralarımı
Ballarım sakızlarım olsa
Gövdeme bir insan yaslanıp uyusa...
Ben bunları hiç bilmesem; sadece ağaç olsam... "

Saturday 23 July 2011

Eski sızıya merhem





Onmayan yaranın sızısı duyulmaz olur zamanla. Göğsüne sıkı bir yumruk atsalar tahtaya vuracak gibidir. Yelkovan akrebi kovaladıkça künt bir boşluk alır yerini... Alır da, neden kanar her dokunduğunda ?

Yaz ki dinsin. Yaz ki akıp gitsin usulca. Yaz öylece.


Yüzüm kızarmış
aşık bir kadının sayıklamaları
dökülüyor dudaklarımdan:
"kırmızı bir tatlı su balığı
küçük kulaçlarını okşuyor akıntı
yüreğinin izleğinde
tüm solukların evrensel atlası..."

***

Damarlarına sızmak istiyorum
kanınla akmak, kıvrılmak.
Kabuk değiştiren bir yılanım
hiç sezmediği
görkemli renklere ilk defa kavuşan.

***
Volkanım,
dansetmek ateşinde
en küçük kıvılcımıyla yanmak ellerinin,
yükselmek bir bulutun eteğine
ve asılı kalmak ilk çığlığıyla varlığımın,
sende sönmek
saklayarak bir sonraki şarkıya lavlarını.

***

"Gelecek kısırsa, belki geçmiş hamile kalıyordur."
Aida'dan Xavier'e *



* A'dan X'e - John Berger Tarafından Kurtarılmış Mektuplar, John Berger Metis Yayıncılık






Tuesday 19 July 2011

Ayrıcalıklı uçmanın dayanılmaz ağırlığı

Ekmekler soğumadan yazsaydım bu yazıyı, sıcağı sıcağına, daha iyi olacaktı ama şimdiye kaldı. Her şey sabahın 3'ünde daha afyonum patlamamışken havaalanına varmamla başladı. Erken gelmiştim, aylak aylak gezinip zaman öldürmeliydim. Kontuarları açık görünce çabucak check-in'i halledip hele bir kendimi öbür tarafa atayım dedim. Sabahın köründe bunca insan nereye gider böyle diye düşünmekten kendimi alamadım, ama saçmaladığımı anlamam uzun sürmedi; "sen nereye gidiyorsan oraya tabii ki" diye çemkirdim kendime. Yine de sanki fazladan bir hareketlilik vardı. Öyle ki havayolu şirketi görevlilerini iş çıkış saati sinirine benzer bir sinir hali sarmıştı. Neyse, benim sinirlenmeye hiç niyetim yoktu, bağrışanların arasından sessizce sıyrılıp check-in masasına varmayı başardım.

Her şey yolunda gidiyor gibiydi, ta ki görevli "siz orada biraz bekleyin" diyene dek. İçimi saçmasapan bir kuşku kapladı. Ya uçamazsam, ya zor bela gününü ayarlayabildiğimiz ilk ciddi iş görüşmeme komik bir aksilik yüzünden yetişemezsem, biletim yanarsa, vs... Dünyanın sonu değildi tabi ama o kadar erken kalkmışım, kalkamayacağım korkusuyla doğrudüzgün uyuyamamışım falan... Neyse bekledim, Fatoş (muş adı) hanım beni yanına çağırdı, şak diye değiştirdi biletimi bana sormadan, "business uçacaksınız" dedi. Pardon? Bir yanlışlık olmasın?? Uçmayı bırak, tamlamanın business kısmı bile yaraşmıyordu sallum sullum kapşonlu hırkama, dizleri çıkmış kotuma. Neyse onlar yakıştırmışlar ya, üstelemedim. Promosyon varmış, talihli müşteri benmişim, yehuuu! Önce garipsediğim bu duruma fikren alışmak pek de zor olmadı. Zaten uykusuzum, muhtemelen sağıma soluma biz insan mahlukundan pek hoşlanmadığı için 3-5 koltuk aralıkla oturan ayrıcalıklılar biner, ben de inene kadar rahaaat bi uyku çekerim. Nerdeee, sol tarafıma sabahın 4'ünde iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, kol düğmeleri beni gör beni gör diye haykıran bir business sınıf mensubu oturmaz mı? Nedense ben rahatsız oldum onu rahatsız edeceğim diye, toparladım kendimi. Üzerime lütfettikleri battaniyeyi derli toplu çektim kafama kadar. Toplam 3.5 saatlik yolculukta bir kez bile göz göze gelmemeyi başararak birbirimize mikrop bulaştırmadan tamamladık bu zor sınavı (onun için kolay olmuştur eminim; şaşkaloz öğrenci bendim bu durumda). Uçuş boyunca son gayretiyle gönlümüzü illa ki hoş etmeye çalışan iri kıyım host beyimiz (meğer kendisi sadece bize özel hizmet veriyormuş, perde arkasındaki fakir fukara ile işi yokmuş) bitmek tükenmek bilmeyen gel-gitlerine başladı. Portakal suyu? Kahvaltıda ne alırsınız? Yumurtanızı nasıl istersiniz, bilmem ne muamalesi görmüş yumurta mı, görmemiş olandan mı, yanına meyve mi, çayı şekerli mi, kahveyi sütlü mü,...? Oooof, yiyip uyumak istiyordum sadece, mümkün değilmiş maalesef. Üstelik buranın yabancısıyım da, diğerleri gayet "cool" takılırken, ben hostumuzun her ikramında gözünün içine bakıp teşekkürlerimi sunuyorum. Sonunda gözlerim fal taşı gibi açık halde ettim sabahı.

Kıssadan hisse, ayrıcalıklı olmak zormuş arkadaş, velakin manasızmış da; değil mi ki uçakla Amsterdam Havaalanı arasındaki o kısacık mesafeyi kol düğmeleriyle beraber yürüdük, peeh :)

Sunday 17 July 2011

Kardeş Şiirler

"SUYUN UFKU

Yeni suların içinde
öptüm eskiyi
olduğu gibi.
Yosunlarla barıştım,
acıtsa da ayaklarımı
taşların keskin yanları
dibi görebiliyorum artık.

Suyun ufkunda
rengarenk kaya mercanları
söylüyor kadim, ince bir ezgiyi."

..........................

"Değişmeyen şey yok.
Başla istersen yeniden,
istersen son nefesinde.
Bir kez olan oldu.
Elinde değil ayırmak
şaraba katılan suyu.

Bir kez olan oldu.
Elinde değil ayırmak
şaraba katılan suyu.
Ama değişmeyen şey yok.
Başla istersen yeniden,
istersen son nefesinde."

Bertolt BRECHT

Friday 15 July 2011

Kiraza Nişan Düştüğünde



Niyetim öykü kitaplarından yayınlanma sıralarına göre öyküler paylaşmaktı. Ne var ki bugün metroda hocamın son çıkan öykü kitabı eşlik etti bana ve ben bir öyküye vuruldum:


Kiraza nişan düştüğünde erişmesi beklenir kırmızı kırmızı. Çok sürmez. Kiraz toplama zamanıdır. Vaktini geçirirsen kurtlanırdı çocukluğumun kirazları. Neneler, dedeler zehir saçmazdı çiçeğine, dalına, yaprağına. Tatlı, taş gibi, günlerce dayanan kirazlar. Tas tas doldurup, yıkar, otururduk kapının önündeki sekiden ayaklarımızı sarkıtıp.

Kiraz toplamanın kraliçesi, küçük kiraz toplama sepeti. Sapına uzun bir ip bağlı dolusunun ağırlığını çekecek. Sağı solu yıllarca çıkmayan kiraz lekesi. Sonra çevgen. Bakmayın sözlüklerin değnek deyip geçtiğine, ucunda kanca gibi aşağı uzanmış kısa bir çatalı bulunan düz bir dal parçasıdır çevgen bizde. Nenem bilirdi hangi dalın ne kadar çekileceğini. Uçtaki ince dallara uzatılır dal çatalından kancası. İncitmeden çekip toplamak için kirazlarını. Bir kez yapılır, kullanılır yıllarca. Demek ki zamanın kurutup kırılganlaştırmadığı bir ağaçtan yapılmıştır. Kızılcık mı ki? Kısa saplısı sepetin sapına bağlanmıştır çevgenin. Ama ona çevgen demezdik sanırım. Der miydik? Sepetin askısıdır işte. Pek adıyla çağrılmaz. Nenem ne derdi kısa saplısına ? Herhalde ona çevken derdi! Unutmuşum! Anımsayan olur mu ki?

Nenem bir Japon'dan bile çok severdi kiraz çiçeğini. Her şeyini severdi aslına bakarsan. Ağacını, yaprağını, çiçeğini, çağlasını, meyvesini... Düşte kiraz görmeyi hayra yorardı Nenem. Muştulu bir haberdir ona göre. Mutlu bir gelecek muştusudur ağacını görmek. Düşümde kiraz gördüğümü söylerdim sevinsin diye. Sevinirdi...Anladığında gerçekten gördüğümü... Daha bir sevinir, oturtup dizinin dibine, anlatır anlatırdı her ayrıntısını çekip aldıktan sonra ağzımdan.

Bizde kirazlar koca koca ağaçlardır. En az kırk yaşamıştır bahçemizin kiraz ağaçları. Günümüzdeki dizi dizi bodur kiraz ağaçlarını kiraz ağacı yerine koymam pek. Van Gogh'un kirazı da hasta gibi gelir bana! Çocukluğumun ulu ağaçlarıdır kiraz dediğin. Beş altı basamaklı ağaç bir merdiven dayanarak çıkılan gövdesi kalın birkaç dala ayrılıp uzanır göğe doğru. Gövde çatalına dikenli dallar konur. Bencildir kiraz ağacı sahipleri. Bencillikleri biraz da iş bilmedik birinin yolmasınaydı kirazları. Kirazı bilen toplar. İş bilmedik adamlar yolar! Kirazı yolunan dal kiraz vermez seneye. Yoksa toplanan kirazdan sepet sepet göz hakkı dağıtılır konu komşuya. Merdiven olmadan kimse tırmanamaz ağaca dikenleri aşıp. Kimse merdiven omzunda dolaşamaz bahçelerde.

Kirazı nenem toplar. Hiç görülmemiştir kirazını topladığı dalın seneye meyve vermediği. Seksen yaşındadır. Kuş kadar kalmıştır. Seker gibi iner, çıkar merdivenlerden. Her sabah yumruk kadar tereyağı yemeden edemez. Doktorun biri tereyağını yasakladığında gülmüştü. "Vitnik fer mi bırakır adamın gözünde!" demişti. Vitnik derdi yaşlı kadınlar margarine! Doktor otomatiğe almış kendini. Sıralayıp durur ezberlemiş gibi bir şeyleri. Farkında değil seksenini aşmış birinin yediğini içtiğini değiştirmenin anlamsızlığını. Nenem bir lokması kaldığında anımsardı doktorun dediğini. Bir lokmadan bir şey olmaz derdi sürerken ekmeğine!

Sabah erken gidilir kirazın dibine. Merdiveni, büyük sepeti çocuklar taşır. Nenem elinde çevgen, küçük toplama sepeti, bele en az beş dolanan sağlam kuşak dört parmak enindeki. Nenem yöntemince dayar merdiveni ağaca. Beline dolar kuşağı. Sepeti beline tutturur çengelinden tırmanmasını engellemeyecek biçimde. Merdiveni aşıp basamak basamak güçlü iki dala tutunup, çeker kendini dikenlerin üstüne. Soluklanır biraz. "Çevgeni uzat!" der bize. Uzatırız. Ucundan tutup çeker. Asar daha uzanabildiği üst dalların birine. Tören zamanıdır! Bir törendir kiraz toplama işi onun için. Çıkar dallara tutuna tutuna, alt dallarına sıkıca yerleştirerek minicik görünen ayaklarını. Ne kadar küçüktü ayakları yün çorap içinde bile! Çevgeni astığı dala ulaşınca, tutar sapından daha üstteki dallara asar. Elinde yük etmez, birlikte taşımaya çalışıp. Gövdenin çıkabileceği en uç bölümüne ulaşır sonunda. Sepeti bir dala asar belinden çıkarıp. Kuşağı çözer bir eliyle, diğer eli dalı sıkıca kavramış. Sonra dolar yeniden ağacın gövdesiyle, belini saracak biçimde. Kuşağın ucunu sıkıştırır kuşağın sarımına. Yoklar, emin olur sağlamlığından. Sepeti asar yakınına. Çevgeni uzatır takar ince dallardan birine. İncitmeden çeker ustalıkla. Tutar kirazı sapından, tersine çeker. Eline bırakıverir sanki kendini. Doğrudan çekip asılmaz. Teker teker özenle doldurur sepete. Sepet dolar. İple sarkıtır aşağı. Biz kaparız hemen. Küçük sepeti sapından tutup içine indiririz büyük sepetin. Üstten boşaltılmaz kiraz. Yavaşça eğip dibe yakın boşaltılır kirazlar. Boşaltan "Çeeek!" diye bağırır yukarı. Yavaş yavaş çekilir küçük sepet yukarı. Çevre dalların kirazı da toplanır sonunda. Çevgen alt dala asılır. Bir aşağı iner nenem çözüp kuşağı. Aynı şekilde sarıp bağlar belini ağaçla birlikte. Yeniden toplamaya başlar kirazları. Küçük sepet iner, çıkar ardı ardına. Aşağıda beklerken arada kiraz atıştırılır. Nenem bilir yaptığımızı "Yıkamadan yemeyin!" diye seslenir yaprakların arasından, "karnınız ağrır!" Arada o da atar ağzına. Düşen çekirdeklerden biliriz. Sonunda biter kiraz toplama işi. Nenem iner ağaçtan. Büyük bir alçakgönüllülükle dolaşıp çevresinde dallara bakar. Sonucu söyler bize:

- Eh, kuşların hakkı kalmış!

Büyük çocuklar yapışır iki yanından sepetin sapına, nenem önde biz arkasında tek sıra yürürüz eve doğru seki yokuşlarından inerek.


***


Bin Uçurtmaya, Kanıyorsun!, Çağatay GÜLER

Palme Yayıncılık

Ankara, 2011



(henüz bu son kitabı eklememişler listeye ama ilk üçü var)

Sanal Trip mi olur demeyin

Geçen sene, bir vize talebimden dolayı yolum Londra'ya düştüğünde SOAS'ta Sireli Yeğpayrs (Սիրելի Եղբայրս - Sevgili Kardeşim) adında da bir sergi olduğunun haberini Radikal'den almıştım. Güzel tesadüftü.

Ama serginin son günleriydi, ve vize randevusuna yetişmek için sabah erkenden oradaydım. Dolayısıyla koca salonda sergiyi dolanan bir tek bendim. Hem hoş hem nahoş bir durumu bu: çünkü bilhassa Türk, Kürt, Ermeni, Rum veya Anadolu ile bağı olan her kim varsa beraber dolaşmak, şaşırmak, gülmek, hüzünlenmek vardı. Öte yandan orada yalnız olmanın avantajını şöyle kullandım: bunu herkesle paylaşmayı çok önemsemiştim, ve fakat mekanda fotoğraf çekmek yasaktı. Yüz küsur pound olan katalogunu da alıp tarayamazdım. Ben de önce bu büyütülerek poster şekline sokulmuş karpostalları uzun uzun inceleyerek, ve tek tek açıklamaları okuyarak bir tur attım. Sonra da hem panoların hem de açıklamalarının fotolarını çekerek, sonra evde onları eşleyip elimle yazarak şu albümü hazırladım:


Daha doğrusu kopyaladım diyelim. Zira küratör Osman Köker, meşhur İstanbullu Levanten koleksiyoncu Orlando Carlo Calumeno'nun yüzyıllık kartpostal koleksiyonunu didik didik edip binbir emekle ve uğraşla ayıklamış, onu muhteşem sadelikte bir yapıya oturtup hoş bir anlatımla bize sunmuştu. Benim yaptığım, görmek isteyip de haberi olmadığını bildiğim bir çok arkadaşımın görebilmesi için bunun bir kısmını sunmaktı. Bazı arkadaşlarıma kendi memleketlerinin yüzyıl önceki halini "Souvenir de Erzeroum, Brousse, Constantinople, Kharpout, vs." diyerek betimleyen kartpostlardan da aldım.

Buraya kadarı facebook arkadaşlarımın bildiği bir şey zaten. Bana bu yazıyı yazdıran asıl neden şu oldu: Vizemi tedarik edip, eve döndüğümde Osman Köker ve işleri ile ilgili daha fazla bilgi sahip olabilmek için bir araştırma yaptım. Bu sergi dışında pek bir şey bulamadım, ama bir facebook hesabı olduğunu gördüm. Neyse efendim, ekledim. Lakin üzerinden bir sene geçmesine rağmen davet onaylanmadı gitti. Tabi olabilirdi de öyle şeyler ve ben de sonrasında davetimi unutabilirdim. Ama işin garip ve sıkıcı tarafı haftada bir kez "Osman Koker is now friends with ..." newsfeed'ini görüp durmak, ve bu isimlerin de Türkçe veya İngilizce harflerle Ermeni isimleri olmasıydı. Demek ki ya tanıdıkları ekliyor, yüksek ihtimalle de sergi aracılığıyla bir çok Ermeni facebook arkadaşı edinmiştir diye düşünüyordum. Derken benzer bir muhabbeti Mithat Sancar için Ebru'yla yaparken farkettim ki Mithat Sancar beyfendi beni Osman Köker gibi kenarda tutup durmuş, Ebru'yu ta evvelden onaylayıvermiş. Demek ki dedim, bu bir özel hayat değil zaaf meselesi, yani kadın olmak kafi. Muhabbetin üstüne bir baktım bir kaç gün sonra "Osman Koker is now friends with E Ç" yazısı çıkıverdi. Ben de tepkimi "eksik olsun" mealinde arkadaşlık yazısının altına gösterdim, yapılan ayrımcılığı kınadım ve friendship request'imi geri aldım, hehe :) Bugün gördüm ki kendisi bana davet göndermiş. Beklemiyordum ama, sanırım attığım sanal trip Osman Köker'in vicdanında bir karşılık bulmuş. E ben de kendisini geri çevirmedim, en önemlisi iki dakika bile bekletmedim. Ayıp olmasın deyi...

Tuesday 12 July 2011

Çeviri sen ne güzelsin!


“Dokunmak yassah!” diye ünledi biri. Tedirgin çektim elimi göz kenarının kırışıklarından, dudağının bükümünden, saçlarının kulaklarını gıdıklamaya başladığı yerden. Rahatsız ettiysem özür dilerim Sappho; ama zaten 40 yılda bir görüşüyoruz, dokunmadan edemedim şair yanlarına. Parmak uçlarımda sorular ve şefkat var, aktı mı şakaklarına?

Şefkati al, cevapları şiirlerine sakla. Şimdilik ayrılıyorum yanından, yine geleceğim. Beni dizelerinle uğurlamak yaraşır sana.

Azra Erhat senin için "menekşe saçlı" demiş; belki sevdiğinden esinlendi ve seni şöyle çevirdi:

gerçekten ölmek istedim

ağlayarak bırakıp gitti diye.

Ah Safo, dedi giderken,

nedir başımıza gelen?

İstemeden bırakıyorum seni.

Dedim ki, git güle güle,

git ama unutma beni,

biliyorsun sana bağlılığımı.

İstersen anımsatayım

sana unuttuysan eğer

ne hoş ve ne güzel şeyler yaşadık;

menekşelerden güllerden

safrandan anasonlardan

taçlar takardın başına yanımda,

ve bir sürü örgüler

örüp güzel çiçeklerden

geçirirdin o incecik boynuna,

misk kokularını bol bol

beylere özgü iksiri

sürerdin o güzelim saçlarına,

yatıp yumuşak döşeğe

yanıbaşında genç kızlar

yatıştırırdın hemen özlemini,

ne bir düğün ne bir şölen

ne de kıyıda bir oyun

yoktu ki bizim bulunmadığımız.

(Sappho, Şiirler - çev. Azra Erhat, Cengiz Bektaş) Fotoğraftaki heybetine bakınca göz göze gelmesi zor, zira büyük bir kadın; ama şöyle boynunuzu uzatıp hal hatır sormak isterseniz kendisi İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni mesken tutuyor ve oturduğu yerden şiir yayıyor.)

Monday 11 July 2011

Gitmeden Özlediklerim-2

  • Dolmuşta..."kardeş şunu uzatır mısın ?"bi de "ben de orda inicem, gösteririm size".
  • Simit-çay ikilisi ve de İstanbul'a gidince vapurda dibime kadar gelen çığırtkan martılara simit atma ihtimali (ben seninle istanbul coğrafyasında martılara simit atma ihtimalini sevdim), burdan geçiniiiz:
  • Üç kişiden ikisinin şair olduğu bir memlekette yaşamanın gururu.
  • Ankara metrosunun beşik gibi sallayan kollarında iş çıkışı çektiğim uykular.
  • "Bu kez kaçırdık ama gelir ya yakında yine" diyerek Erkanım Oğurumu beklemek.
  • Gecenin ikisinde amcamlardan dönerken apartman girişindeki gaz kokusunu farkedip uyandırdığım, ocağı açık unutmuş yaşlı amca ve teyze; teyzenin beni gördüğünde elimi sıkı sıkı tutup "nasılsın kızım, rahat mısın ?" diye sorması, ki Aleviler bu şekilde hal hatır sorar, çok severim...
  • İçim sıkıldığında elimi kitaplığa atıp sevdiğim bi şiiri hatırlamak, ki çok ağır olacağından yanıma alamayacağım onları ben, çok mutsuzummm !
  • Umut Sarıkaya'nın mutsuzluk tarifleri ( şokella kutusu içindeki köfte, perde takarken atlanmış korniş, bisküviyi çayın içerisinde haddinden fazla tutmak, akabinde kendisinin kopup çaya düşmesi...)
  • "ahh akabinde düüştüü gönül, yardan ayrılmaaası müşkül..." yok yok, yar değil. Bu sevdiğim türküyü Göbüşçüğümle (yengem ve de Ankara'daki kankilerimden) çığırmak.
  • Dostlarla İstanbul'da bir araya geldikte, durup durup koromuza fitne fesat sokanları bağıra bağıra çekiştirmek, onlara verip veriştirip rahatlamak, sonunda da bu koro eski haline gelmez, hayal ! deyip oturmak.
  • Hazzo Pulo Pasajı ve kedileri.
  • Bi İstanbul daha : Çeçigile gidince Zennuş'un bana un helvası yapması.
  • "Abi en az 150 kişi getiririz biz o eyleme Ankara'dan" gazları ardından, asistan hekim komisyonunda verdiğimiz, eylemde sen-ben-bizim oğlan olup da eğlenmek.
  • Miya=şu anda da bağrınıp duran evimin huysuz muhabbeti ( ama haksızlık etmiyim, ona yazdığım"yaramaz yaramaz, seni kimse saramaz" şeklindeki parçaya dahi bayılır).

...

Saturday 9 July 2011

Sevili sabır...


Belli olmaz, burada bazen bir şiir de konuşabilir. Bugünkü bir kuşun resmini yapmak isteyene...


BİR KUŞUN RESMİNİ YAPMAK İÇİN

Önce bir kafes resmi yaparsın
Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş için
Bir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Yalın bir şey
Güzel bir şey
Yararlı bir şey
Sonra götürür bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz
Kımıldamazsın
Kuş bazan çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de
Karar vermezden önce
Yılmıyacaksın
Bekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilişiği yoktur çünkü
Kuşun çabuk ya da yavaş gelmesinin
Geleceği olup ta geldi mi kuş
Çıt çıkarma yok
Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese fırçanla
Usulcacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dallarının en güzeline kondurursun kuşu.
Tabii ne yapraklarının yeşilini unutacaksın
Ne yellerin serinliğini
Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini
Otlar arasında.
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resim kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kanadından
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.


Jacques PREVERT

Wednesday 6 July 2011

Aksaray'a gider iken, aldı da bir pompoko*

Bunu bu Nisanın sonunda yazmıştım,
ama pek yaymamıştım.
Burada dursun olmazsa.

Giderken yol üstünde pederin aklına uyup, yeni açılmış bir lokantanın tuvaletini kullanalım dedik. Benzinliğe gir, süpermarkete gir, bi yer bul yani. Belli ki yeni açılışı olmuş bir lokantaya, sırf tuvalet için niye girersin?!

Fırıncı kalfa, gülümseyerek "Buyurun efendim hoş geldiniz" dedi. Mekanın sahibi kollarını açarak "Buyurun, hoşgeldiniz. Mekanıma şerefler verdiniz!" dedi. Peder, "tuvalet ne tarafta?" diye sordu, sanki markette reyon sorar gibi. Arkasından ben utanarak, "tuvaletinizi kullanabilir miyiz?" diye sordum. E yani, bizi böyle karşılayan adama, "Hoş bulduuuk. Mekanınız da çok güzelmiş, hayırlı olsun. Ama fazla durmayacağız, içine sıçıp gideceğiz" mi deseydim.

Ağız-yüz bile etmeden gösterdiler, çıkışta da güle güle ve hayırlı yolculuk ettiler. Hayatımda bir umumi tuvaleti hiç bu kadar parlatasıya temizlediğimi hatırlamıyorum.

* O esnalarda Ankara İşçi Filmleri'nde kaçırmıştım, bi izleyesim var ama hayırlısı... bakalım, ne zamana: http://www.imdb.com/title/tt0110008/

Gitmeden özlediklerim-1


Günün en sevdiğim vakti, akşamüstü güneşi güzel. Çeliverdi aklımı, Hacettepe'den çıkışta saldım kendimi Kızılay'a doğru...Önce yurt sokağı, beyaz badanalı duvarlarına rengarenk çiçeklerin asıldığı restore edilmiş eski Ankara evleri, daracık sokağında çocukların oynayıp teyzelerin hala kapı önlerinde dertleştiği...buraya çıktı mı insanın havası değişiverir, insanların çareli çaresiz sızılarıyla uğraştığı ağır hastane havası kaybolur.
Trafikten kaçmak için kurtuluş parkı sonra; burdan ilerleyelim, biraz gölge, biraz serin, biraz insan...yok, fazla düşünceye dalmayalım gereksiz. Nefes alalım şöylee, oh!
Kızılaya gelmeden biraz önce, ufak bir ev yemekleri lokantası çarptı gözüme: "Güldür Ev Yemekleri". Yazın sıcağında bile canı çorba isteyen bi insanım. Öğlenin yarısı bırakılmış yemeğinden sonra bi çorba ne güzel olurdu. Lokantaya girdim, "ne çorbanız var?", malum ezogelin ve dee erişteli yeşil mercimek ! yeşil mercimeği severim bendeniz. Çorbamı söyleyip cadde manzarasına nazır ama biraz da bu manzarayı kapatmak için kenarları ufak çalılarla bezeli bahçedeki masalardan birine kuruldum. Daha gitmeden içimi sızlatan hadise burada başladı: masaya oturmamla biri küçük -tahminen 14-15 yaşlarında- diğeri büyük iki garson orada bitiverdi. Küçüğün elinde ekmek, tuz-biberlik ve su, büyüğün elinde peçetelik, çatal-kaşık...kendine kuş sütü eksikten hallice bir rakı sofrası hazırlatan yörenin önemli kişisi sandım kendimi. Sonra çorbam. İlk yarısını limonsuz, kendi tadıyla, ikinci kısmını biraz limonlayıııp...
Hesabımı ödeyip kalkmıştım ki yıllar önce yine Ankara'da yaşadığım bir çorba olayı ve minnet duygusu geldi aklıma. O yaz arkadaşlarla Van'a gitmiştik, İl Gençlik Spor Müdürlüğü'nün kampıyla. Van gölü kenarına kurulmuş bungalovlarda kalmıştık. Sanem'le benim bungalovumuz sıranın en önünde olduğundan, sabahları gölün sesiyle uyanıyordum. Geceleri de tüm yıldızları seyre sunup dünyanın yusyuvarlak olduğunu bize hissettiren göğün altında oturuyorduk kumsalda...
Van'dan dönüşte, ki maceralı ve herkesin cırcır olduğu bir doğu ekspresi yolculuğuydu, yaklaşık 48 saat süren, Sanem'le ben Ankara'da inmiştik. Cebimizde sade Antalya'ya,eve dönüş parası ve ufak tefek bozukluklar. Karnımız aç. Kızılay'da bir lokantaya oturduk (hala ıslak mendilini saklarım da, nerde kimbilir) menüyü didik didik ediyoruz gözlerimizle. Karar verdik bir çorba söyleyip beraber içeceğiz yavru kuzucuklar gibi. Bize bakan amca, şef garsondu sanırsam, yani öyle bi ağırlığı vardı, çorbayı söyleyince yüzümüze şöyle bi baktı, gülümsedi gitti. Az sonra iki çorba geldi önümüze. Mutlu mutlu bitirdik. Başka isteğiniz var mı, bak söyleyin de dedi ama utandık...çocukluktan beri aldığımız edeple çok sağolun diyerek minnetle baktık adama, kalktık.
Yıllar sonra gelip bu kentte yaşamak varmış.
İşte böyle, daha gitmeden...

Cambridge Cambridge dedikleri - Final (16+)

Bitirişi altın vuruşla yapalım demişler. Keynote speakers adıyla anılan alanında meşhur olması beklenen iki kişinin vaazlarıyla olayı bitirdik.

İlki Harvard’dan Oxford’a transfer olmuş, göbeği kendinden yarım metre ötede giden bir dayıydı. Biz Amerikalılar diye konuşuyordu ama İngiliz aksanlıydı. Neyse ne, bize ne gerçi. Fakat o çöp bacakların o varil gibi gövdeyi nasıl tartabildiğini çözemedim. Ara ara göbeğine dup dup vurmayı, iki ritm attırmayı nası istedim... Sunumu fena değildi. Belirttiği gibi Amerikalıydı, ve sunumunun sonunda bir çok katılımcı dünyanın bu adam gibilerin yüzü suyu hürmetine döndüğüne ikna olmuştu.

Diğeri, 10 küsur senedir kendine low-cost airline diyerek insanları düdükleyen Ryan Air’in kurucularından biriydi. Böyle diyorum çünkü, bize business model’ini anlatacak bu adamın şirketinin zaten ne mal olduğunu muhattap olan herkes bilyor. O şirketin tarihsel sürecinden bahsetti ama ben halka yansıyan modelini anlatayım: Her daim “inanılmaz indirimler” yaratılır. Potansiyel müşteri £10’a Manchester’dan Dublin’e uçabileceğine hâlâ inanamamaktadır. İkna olup herr şeyi ayarlar sonra bir bakar ki, bilet satın alma işlemlerinde ilerledikçe bir £15 vergi eklenir, £10 servis ücreti eklenir (neyin servisi hala bilemiyorum, interneti bile biz netten alıyoruz), £15 bagaj ücreti gelir (zira 5 kiloluk el bagajı limitiyle bir yerde bir günden fazla kalınamaz). Çat, onken olur sana elli. Ayrıca istersen uçağa herkesten önce binmek için £7 (hepimiz aynı yolun yolcusu değil miyiz?), koltuk rezerve etmek için £5, yiyecek içecek için dilediğince para harcamakta serbestsin. Ama bunlar olmadan boğazına bir şey takılır da gebermek üzereysen bile para vermeden bir bardak su içemezsin. Belki bir hostes acır da verirse helal etmeyebilirler. Geçen sene, “ Ayakta yolcu taşımak” şeklinde müthiş (!) bir fikir getirdiler. Hemen taşıdığı haber değerinden dolayı elbette gazetelere yansıdı. Ben muhabir olsam şu başlığı atardım: "Ryan Air Adeta Ayakta Skiyor"...

Konuştukça anladım ki, şirketi neyse kurucusu da oydu. İki cümlesinden birinde espiri yapma çabasının iticiliği bir yana, konuşmanın sonuna doğru petrol ihtiyacı ve küresel ısınmaya dair sözleriyle benim tepemi attırdı. Ticari havacılıkta en büyük maliyetin yakıt olduğunu ve olabilicek her yerde petrol aranmasının elzem olduğundan bahsetti. Global Warming’in artık politize edilmeye başladığını söyledi. Abartmadan aynısını aktarıyorum: yarısı profesör diğer yarısı da doktora adayı bir dinleyici kitlesine, sanki çocuk kandırımış gibi “Aslında çevreyi koruyoruz diye sizden daha fazla vergi alırlar”, dedi. Al Gore’un belgeselindeki minicik buzul üstünde kala kalmış kutup ayısının Kuzey Kutbunda değil, Alaska’da çekildiğini, zaten orda da öyle bir sorun olmadığını söyledi. İşin en acı tarafı da Sustainability ve Green Logistics çalışan akademikler konunun popüleritesinden daolyı bu toplantıyı domine etmişlerdi ve konuşmadan sonra hepsi elleri patlayana kadar bu konuşmayı alkışladı. Orada anladım ki bu gerizekalılar sürüsü ama profesör olmuş kitle yaptıkları şeyin ne olduğunun farkında veya umurunda değillermiş. Mevzu populer olduğu için ve devletler/şirketler buraya fon ayırdıkları için çöreklenmişler o kadar. Yarın parayı dünya kaynaklarının ölümüne sömürülmesi için research istiyoruz deseler hepsi buraya üşüşürler eminim.

Çok samimi söylüyorum, acaba şimdi kalkıp ön sıralara gidiyormuş izlenimiyle yanına iyice yaklaşıp, medyamızın tabiriyle “meraklı bakışlar arasında” kafa göz dalsam nasıl olur diye düşündüm. Biraz da gözümde canlandırdım. Doktoram şu halde bitmeye yakınken; hızlıca, kendi kendine bitiverirdi herhalde. Ülkeden de atarlardı beni sanırım. Atmadan evvel biraz mapusta yatırıp tazminat da isterlerdi. Sonra param olmadığı anlaşılınca biraz daha yatardım galiba. Böyle bakınca erteledim. Bunlardan bir tane yok ki, daha etraflıca düşünmeli ve kolektif harekete devam etmeli dedim. Vazgeçtim.

Cambridge Cambridge dedikleri

Burası rüya gibi bir yer. İlk senenin heyecanıyla sıklıkla muhtelif yerlerinde dolaştım bu diyarın. Sonra anladım ki, şu minicik aday adört millet sığmış ama ne dilleri kalmış, ne şehirleri... Kalkına kalkına bîhal olmuşlar her yer birbirinin aynısı olmuş.

Yolu ters diye Cambridge'e hiç gelmemiştim. Ne yalan söyleyeyim, aristokrat geçmişinden dolayı bu gelişte kendisini hiç övmeye niyetim yoktu. Ama güzelliğiyle gönlümü fethetti. Buraya türlü vakitlerde gelen İngilizler'in de tekrar tekrar dipleri düştü. Anaokulundan profesörlüğe Lancaster'lı olan iki hocamın ağzından bi ara "it feels like we are not in England" lafları döküldü. İlk defa İngiltere'ye gelen bir İtalyan "It is unbelievable. I think I am falling in love with England" demeye yeltendi ki burada okmuş ve çalışmakta olan diğer İtalyan arkadaşları her yerin böyle olmadığını demekte geç kalmadılar. Onları bir de Morecambe ve Blackpool'a götürüp zincirlemek vardı. Bak bakalım, bir daha böyle bir şey ağzından çıkar mıydı.



Bir akşam yemeği düzenlendi ve şu çimlerin katedrale yakın kısmına beyaz örtülü masalar kuruldu. Pimm's meyveli cin kokteylleri geldi. Sohbet muhabbet eksikti, varsa da saçmaydı. En çok milletten sıkıldım, kafama göre adam da bulamadım. Sonra resimde sağ arkadaki bir salonda yemeğe geçildi. Yemek bitti kilisenin içine girdik ve 7 kişilik bir 14-18 arası gösteren oğlanlar grubu a capella eserler söylediler. En iri kıyımlılarının soloda mezzo soprano gibi söylecebilmesi bir anlık şaşırma ve gülme yaratacak gibi oldu, ama sonradan alışıldı. Çok aradım ama internette bu gençlere dair bir şey bulamadım. Lakin, çok başarılıydılar. Hayran kaldım. Ara ara dona kaldım. Sanırım bir ara ayaklarımı da hissetmedim. İlk üç parça eski mi eski klasik eserlerdi. Piyasada gördüğümüz çer-çöplerden sonra paha biçilemez geldi. Sanırım ara sıra 6-7 ses bile yaptılar. Arada konukların seviyeleri de hesaba katılarak bir Michael Jackson eseri söylendi. Önceki seslendirilenler yanında tatsız-tuzsuz kaldı. Biste bir Frank Sinatra patlattılar. Biz de mestan, mes'ud ve bahtiyar mekanı terk ettik. İnsan, beş duyusuna belki de olabilecek en yüksek seviyeden estetik zevkle bu kadar kapana kıstırılabilirdi herhalde. Ben de direnmedim. Zira konserin dinlenildiği ortam da şu şekildi:


Dedim ya, insanlar ve muhabbetleri çekilmez derecedeydi. Ama seçtiğim bölüm böyle, suç onlarda değil bende. Ben de arta kalan vakitlerde kendi kendime takıldım. Binaların bahçelerinde dolandım, seyre aldım. Açılış gününde yan flüt, çello ve kemanlı bir üçlü vardı. Çok da iyilerdi. Herkes oraya yeni varmanın getirdiği heyecanla birbirleriyle tanışmanın ve hâl hatır sormanın peşindeyken, çıkan gürültüden müzisyenler çaldıklarını zor duyuyorlardı. Ortamı hiç ırgalamadım, şöyle benden rahatsız olmayacakları ama onları tam karşıdan görebileceğim ve rahat dinleyebileceğim bir yere çektim sandalyemi. Gösterilmeyen saygıya rağmen yüzlerindeki ifadeleri bozulmamış ve icrayı boşlamamış üçlüyü dinledim. Farkında olmadan bu ortamda kendimi herkesten daha özel hissettim, çünkü benden başkası dinlemeyip laklak peşinde oldukları için benim için çaldıklarından başka bir şey düşünemedim.

Romanesk üçleme (3)


Yabancı bir sokakta terk ettin gittin beni. Bir karışına bile aşina olmadığım duvarlara yaslayıp başımı ağladım. Ellerim bir yabancıya tutunur gibi yapıştı taş duvarlara. Soğuk ve çaresizlik indi başımdan ayaklarıma. Ayağını sürüyerek ayrılırken sokaktan, bir kez olsun bakmadın ardına. Sahiplenip gittin kendinle beraber her şeyi. Ben kaldım geride, hınçtan uzak ve gururla karışık ayakta durmaya çabalayan; bir de yağmurla bir olup sokağa akan gözyaşlarım ardından kovalayan...

Yıllar geçti, sen duvarlarında gözyaşımın kuruduğu o sokaktan yine geçtin; belki beni fark ettin, belki fark etmedin. Ben senin ardından elimde kalanlarla o yabancı sokağa, acımın üst katına yerleştim. Kafanı kaldırdığında gördüğün camın ardındaki perdeydim. Anıların ve ayrılılıkların üzerine çekildim.

Romanesk üçleme (2)

Kız kaçtı, oğlan kovaladı. Kızın düzgün aralıklarla inip çıkan nefesi ormanın tüm kuşlarını, börtü böceğini bastırıyordu. Bir adımdan diğerine koşarken bacakları ayrılacak gibiydi. Oğlansa sakindi; avını en beklemediği anda kıstıran avcı misali emin adımlarla koşuyor ama acele etmiyordu. Av yoruldu, taşlara takıldı düştü, dizleri kanadı; avcı yanaşıp onu yerden kaldırdı, kanını sildi, uzaklaştı. Av koşmaya devam etti; soluğu kesilecek gibiydi. Saçları ağaç dallarına takıldı kaldı; avcı yetişti, kurtardı avı kendi kurmadığı tuzağından. Av kaçmaya devam etti; avcı kovalamaya; ama hep aradaki mesafeyi koruyarak. Bir su kenarına vardı kız; ileri baktı, geri baktı, suya baktı. Çaresiz bir ceylandı. Avcı onu uzaktan izlerken kız birden toprağa karıştı, bir ağaca dönüştü. Avcı ağacın sudaki aksini gördü, içine pişmanlık düştü. Kovalamaca bitmiş, avcının sebebi gitmişti. Yanaştı usulca ağaca ve sımsıkı sarıldı kollarıyla. Dünya üzerinde kazanan ve kaybedenin yok olduğu andı...

Romanesk üçleme (1) *


Granit bir heykel gibi katı ve durgundu; solgundu teni. İçindeki savaştan kimsenin haberi yoktu, sınırlarını henüz ateş bürümemişti. Ama alevler çoktan sarmıştı çevresini; gözlerinde yansılanıyordu kor kırmızı. Sıcağı ulaşıyordu bedenine, feri vuruyordu yüzüne; görmezlikten gelemezdi.

Birden ne oldu bilmiyorum; belki içi yandı, belki elleri tutuştu, sağa sola, ileri geri savrulmaya, bedeninden ayrılmaya başladı. Ağacın kabuğundan soyunması gibiydi. Saniyeler mi sürdü, dakikalar mı geçti, belki toplayınca günler bile ederdi... Sonunda koptu gitti bedeninden. Ya kökleri? Onlar duruyor olmalıydı, ateşe yaklaştıkça ayakları onu geri çekiyordu. Elleri eriyor, saçları tutuşuyor, ileri atılmaktan vazgeçmiyordu.

Bir uykuya yavaşça dalar gibi düştü yere. Yenik düşmüş sayılır mıydı? Kendini terk edebildiğine göre bence zafer onundu. Gerisini ateş nasıl anlatırsa anlatır; onu ilgilendirmezdi. Bedeni yanıyor ve onun hikayesi tam da burada başlıyordu.

*Respighi'nin Roman Trilogy adlı orkestral eserinden, Wyler'in Roman Holiday filminden ve "arabesk" sözcüğünden esinlenilmiştir. Sonradan anlaşılmıştır ki uydurduğumu sandığım "romanesk" sözcüğü zaten eskiden beri mevcuttur :)

Sunday 3 July 2011

Ritim



Kutsal sözlük ne der bakalım önce :
1. Dizem
2.Bir kompozisyonda farklı öğelerin sıra ile ve belli aralıklarla birbirlerini izlemesi, uyum
3.Bir dizede, bir notada vurgu, uzunluk veya ses özelliklerinin, durakların düzenli bir biçimde tekrarlanmasından doğan uyum
4.Belirli bir ses dizisinin belirli bir ölçü içinde düzenlenmesi
Göğüs kafesinin içinde bir kuş. Haberdar değilsin çoğu zaman, olmamalısın da. Onu duyduğunda adı " çarpıntı". Kuş telaşa gelmiş bir sebepten, kanat çırpmada. Tıpçası "aritmi". Kimi hastalık ve kimi insanlık hallerinde cereyan eden sapma.
Yalnız insan mı ritim ihtiyacında ? Derler ki göğüs kafesi dışındaki kuşlar da böyle anlaşır dansederek eşini çağırırken. Ağaçkakan sert bir kabuğu karakteristik bir frekansla tıkırdatır imiş keçi toynaklarının sert ritmi dağlara vururken.
Birbiri ardına eşit aralıklı düzenlerle sıralanan vuruşlar, basit ritim. Düz. Risk almadan, uyanıp aynı adımlar her sabah.
Basit ritimleri birbirine ekleyerekten bileşik ritim. Yeni birşeyler, dalgalı. Aynı adımlardan sıkılmış, yüzünü yeni bir pencereye dönmek istiyor, ki bazısı aksaktır da. Aksak ve eksik olduğunu bilen, mutlak güven duygusu aramayan, dimağı zorlayan, ruhu ayaklandıran.
Aksak iyidir kanımca.
Dü-üm te ke dü-üm te-ek tek (9/8)
Hadi o zaman :
http://www.dailymotion.com/video/xdorwp_yasemyn-goksu-zilli-de-maya-darbuka_music

Friday 1 July 2011

İSTASYON KAFE

Her yıl aynı gün, kafeye gelip bir bardak su isteyerek bütün bir gün boyunca aynı masada sessizce oturup sonra da kalkıp giden o kadın bugün de ritüelini tamamlamış, suyun parasını ödeyerek küçük ve sarsak adımlarla çıkmıştı kafeden. Her yılın aynı zamanı sessiz bir ağırlık çökerdi kafeye bu kadının gelişiyle...ancak gün bitimine doğru kadının gidişiyle yavaş yavaş kaybolan bir ağırlık.
Masadaki su bardağını alırken, yerde, sandalyenin ayağına yakın küçük bir kağıt gördü Eloisa. Çok yıpranmış, üstündeki daktilo harfleri zar zor seçilen bir telgraftı bu: "Madam Ciel'e, eşiniz Andre Ciel'in Dunkerque hattında savaşırken şehit düştüğünü..."
***
Seni yitirdiğim yerde ve zamanda mıyım yine...yoksa şimdinin içinde tekrar yitirdiğimi seni, kabul etmeye mi çabalıyorum ? Öyleyse karnım neden şiş yine bugün, 17 Kasım sabahı ?
Yakın zamanda işe başlamış olmalı, geçen yıl yoktu...henüz uyanamamış, gözleri mahmur garson kızın getirdiği su bardağının kenarı çatlak. Batsa tenime, kanar mıyım o günkü gibi ? Şu ilaçları almak nasıl da sıkıcı bir parçası oldu günlerimin...bunlar olmadan da oldukça sakinim diye anlatmaya çalıştıkça anlamıyor beyaz gömlekli gardiyanlar. Neyse ki her sabah uyandığımda görmek zorunda değilim artık onları. Bir sigara istesem şu karşı masadaki genç adamdan ?
Nasıl da sıcak gülümsedi. Bir sevgilisi var belli, onu bekliyor, bir sonraki trenle gelecek. Okul yıllarının haylazlığından fırlayıp gelecek bir dostu belki de...kaşlarının arada bir aldığı ciddi ve derin anlam, sır verip ser vermeyen sağlamlıkta bir dost olabileceğini söylüyor, bir yol arkadaşı...hani Lyon'da garsonluk yaptığın üniversite yıllarından bir arkadaşın vardı, Millard...açık kahverengi küçük gözleri her daim parıldayan, uzun başak rengi saçları ve kısa boyuyla sevimli mi sevimli...az mı dalga geçerdin onunla, adının anlamı "kuvvetli" diye. "Lütfen söyler misiniz bay Millard, en son hangi turda birinci olmuştunuz ?" zavallıcık bisiklete binmez olmuştu senin yüzünden..."işte bu adam" derdin "bu adam ömürlük dost..." onun küçük barakasında sakladığı fotoğraflarınıza bakarken.
Çok zor oldu sevgilim, aynı koyu kırmızı ruju bulmak, defalarca bitirdiğim...şapkamın tüyleri eskimiş ve sönmüş olsa da biraz, idare ediyor. O sabah sana sergilemek istediği asil duruşunu terketmiyor...üzerimdeki takım da aynı. İlk tatilimizden dönüşte senin aldığın, başta rengini beğenmediğim hani...sonra gitgide daha çok sevdiğim, gözlerinin gri mavisine benzetip.
Yalnız...ayakkabılarım gitti. Nasıl üzüldüm bilemezsin. İki yıl önce bu sabah, seninle buluşmadan dönerken hep içine koyduğum şu eflatun poşeti alıp gitmiş biri kompartımandan. Konuştuklarımızı rahatça düşünebilmek için yalnız olacağım bir yer bulurum, bilirsin. Belki tuvalete gittiğimde aralarda dolanan bir çocuk, belki de Mons'taki şu ünlü pazara kendi yaptığı şarapları satmaya giden kadınlardan biri aldı, kim bilir...biraz büyük ayaklarımı kibar gösteriyordu onlar, sen de çok severdin. Şimdi, seninle pazar akşamüstleri dolaşmayı sevdiğimiz parkın arkasındaki mahallede rastladığım küçük bir ayakkabıcıdan alınma siyah, hafif topuklu pabuçlar var ayağımda. Parka son gittiğimde ağaçları budamışlardı. Ortadaki küçük havuzun fıskiyeleri de kapalıydı...park hepten öksüz göründü gözüme.
Gözlerim kapanıyor trenin ninnisinde, biraz uyuyalım mı sevgilim ?
***
1940. Mons tren istasyonu. Artık biraz üşümeye başlamış, ellerini karnına doğru çekmiş, kafede oturuyor Vera. Beş aylık hamile. Oğlunun adı Lenard olacak, Andre de isterse tabii. Kaç gündür dağ çileği çekiyor canı, yılın bu mevsimi bulunmaz ki !
Trenin varmasına tahmini olarak on beş-yirmi dakika var. Andre trenden inecek, gözlerini -birini araken hep yaptığı gibi- kısacak, heyecandan sağ dudağının köşesi hafif yukarı kalkarak seçevek Vera'yı.
Beklenenden bir on dakika erken, trenin ilk vagonu göründü. Vera ayağa kalktı, sağ baş parmağını ince ince sızlatan ayakkabılarına baktı, gülümsedi. İstasyona yürüdü.

An

"Ancak arada bir gerçekten yaşayacaksın :
duygusal olarak "unutulmaz bir an" denen
yaşam aralıklarından birinde, tam kendin olarak,
tam kendisiyle yüzyüze geldiğin bir başka kişiyle
birlikte, birşey yaşadığında (bir sevinç, bir acı...
- o zaman gerçekten yaşarsın.
Ama bu "an"ları son derece seyrek yaşarsın
(kimi insanlar -çoğunluk?- bunları hiç yaşamaz
belki);son derece kısa... Gene de, bunların sağladığı
anlam yoğunluğu, yaşamının bütün geriye kalan
çölünü yeşertmeye yetecek."
Oruç ARUOBA, de ki işte, Metis Yay. 1990, sy. 60

fascinating...

5 dakika boyunca iskan edindiği tuvalet kuyruğunda, arkasında bekleyen ilk kadına tüm havasını karşılıksız boşalttı. Washington'da yaşıyormuş, mimarmış, kocası Roma'yı avcunun içi gibi bilirmiş, ama ah o Washington, ne güzel, ne nadide, ne temiz, ne "fascinating" şehirmiş.... miş mış muş müş... Arada neden temiz sıfatının da geçtiğini anlamamıştım. Kuyruk nihayet ilerledi, sıra bana geldi, kadın topuklarının gücünü fayansların her birinde yankılatarak dışarı çıkarken ben ondan boşalan ilk tuvalete kendimi zor attım; kadın Washington'ı da bu halde bıraktıysa "fascinating" şehirden eser kalmamıştır, gitmeye değmez diye düşündüm.

Öz-gürlük


Saçmalarsın bir güzel. Kendine saçmalama hakkı tanıyarak işe başlarsın...
"Kestim kara saçlarımı..." saçlarını kestirirsin, herşey kurtulmak için yüklerden...güzel yazan, yazarken güzel hissettiren bir kalem alırsın...ve dergiler ve yeni kitaplar.Herşey, insanı anlamak için.
Tutkuyu anlamak, kıskançlığı, yarım kalmışlığı, maskeleri, utancı, kibri anlamak, özlemi...lanet özlemi bazen...
İşte bu. Büyümek varsa, bu. Bu kocaman, derinlere gömülesi, kaçılası farkındalıkla yüz yüze ve işte hala, hep, nefes almada. Sen istemesen de sürmede yaşam.
Nefes alırken duyduğun bu sessizlik. O işte. Yaşam. Değil büyük, bambaşka değil, sıradan, kusurlu, belli belirsiz.
Ama o.
Dinginlik ? onu, öylece kabul etmek.
Huzur ? kaçmamak, hepsi bu.
Değil yepyeni, dışarıdan gelen değil, bekleyip durduğun değil. Durmak da değil, isyanın kendisi değil.
İşte orda, hep, ordaydı.
Aç gözlerini.