Wednesday 31 August 2011

Yaşam (ki)*


Üniversite sınavının ardından, tercihlerin yapıldığı sancılı dönemde dershanedeki felsefe öğretmenimle karşılaştım. Çok hoşlanırdım onunla sohbet etmekten. Bana tercihlerimi sordu, en başa tıp yazdığımı öğrenince yüzü asıldı biraz, "O kocaman amfilerde kaybolup gitmeni istemem" dedi. Biraz anladım onu, biraz buruldum...şimdi halimden memnun muyum ? galiba...engin tıp dünyası içinde sosyal bilimlerin bakışıyla kesişen bir alanda insanları hasta olmadan önce korumak gereğini savunan bir disiplinde...mutluyum. Lakin geri dönsem tıp okur muyum, bilmem...

Bir sonraki karşılaşmamızda bana bir kitap hediye etti. Bordo kapaklı, ikinci sayfasına bordo renkli mürekkep kalemle ve inci gibi bir yazıyla sevecen bir notun yazıldığı, ömrümün başucu kitabı olacak o kitabı: "de ki işte".

Dostluğun esası gibi, kırmızının koyusuyla yazılmış bu not şuydu:

"What if you slept ? And what if, your sleep, you dreamed ? And what if, in your dream, you went to heaven and there plucked a strange and beautiful flower ? And what if, when you awoke, you had the flower in your hand ?

Ah, what then ?

NOVALIS"

Yüreğim sıkıştığında, aklımın sınırları yetmediğinde, daha derin nefes almak istediğimde dönüp dönüp okuyorum.

Bazen felsefe, düşün-edebiyat dergilerinde görüyorum yazılarını, okurken onunla sohbet ediyor gibi oluyorum. Keşke yeniden karşılaşsak... teşekkürler Şükrü Argın...

***

"Yaşamın, kendi kendine ağırlık haline getirdiğin
şeylerin altında ezilmenin süreci olacak.
Yaşamı 'hafifçe' yaşayabilseydin, yaşamın olayları da
uçup giderler, sana yük olmazlardı - ama o zaman da,
uçucu, boş olurdu yaşamın. Bu yüzden, yaşadığın her
olayı ağırlaştıracaksın; ki uçup gitmesin, omzuna
çöksün; sen de onun yükünü taşıyasın.

Yaşaman, yaşamın yükünü yüklenmen olacak.

Yaşam, yükleneceğin yüktür.

Yaşamın, yükündür."

***

"Yaşamda atmak isteyeceğin her adımın
bir bedeli olacak : ancak bedeli ödemeğe
hazır olursan atabileceksin adımı - bedeli
'peşin' ödeyemeyeceksin; adımı atmaya hazır değilsen,
bedeli de ödeyemezsin: Adımı atma anında,
bedeli de ödemeğe hazır hale gelmiş olacaksın."

***

"Yaşamın öyle noktalara gelecek ki,
eski çerçevesinden çıkıp dört bir yana açılan
yol ağızlarında duruyor olacak;
ama, göreceksin ki, bu yollar hiç de
yeni yerlere ulaşmıyor - hatta, hiçbir yere ulaşmıyor :
'çıkmaz sokak', hepsi...

Yaşamın 'çıkmaz sokak'lara çıkmakla geçecek
- hem de, bunlardan değil çıkmak,
giremeyeceksin bile onlara!

Yaşamın çıkılamazlıklara girememekle geçecek."

***

"Yaşamda sık sık istemediğin durumlarda
kalacaksın - ama, geriye dönüp böyle durumlara
giriş nedenlerini düşündüğünde, göreceksin ki,
o durumlara girmen, her seferinde
senin bir duruma girmek istemenden kaynaklanmış -
yaşamının durumlar zincirini izlediğinde,
bulacağın hep, hep, kendin olacak.

Yaşamında, hep, kendini, girmek istemediğin
durumlara sokmak isteyeceksin - ve,
sokacaksın..."

***

"Yaşamını birşey beklemeden yaşayacaksın.

Ne çok şey beklediğini biliyorsun;
gene, bekleyeceksin onları (elinde değil bu);
ama beklentilerinin ne ifade ettiklerini,
ne anlama geldiklerini - beklediğin, beklediklerin de,
birgün tutup gelirlerse, onların da
ne ifade edeceklerini, ne anlama geleceklerini-
bilerek yaşayacaksın.

Ne beklediğini bilerek - ama, beklemeden-
yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile birgün,
hiçbir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini
bilerek...

Yaşamın bir bekleme olacak -ama,
beklemeden yaşayacaksın.

***

"Yaşamında öteki kişilere ulaşabildiğin anlar,
bir ormandaki kuş ötüşleri gibi olacak: uzaklardan gelip
geçerken kısacık bir süre yapraklarda yankılanacaklar
- o kadar...
Orman bütün sessizliğiyle, yine yalnız,
duracak orada."

* ORUÇ ARUOBA, de ki işte, Metis Yayınları

Tuesday 30 August 2011

Aşık ile maşuk

Kulenin etrafını tavaf ediyoruz. 360 derecenin her birinde sanki yeni bir ayrıntı keşfetmiş ya da kaçırmış da yakalamak ister gibi yeniden yeniden dönüyoruz kıyılarını, oyumlarını. Yanıbaşında küçülsem, ufacık kalsam da bu kadar hayran olduğum ve heybetinden rahatsızlık duymadığım bir yapı daha yok. Diyorum ki, şu kuledibi martıları gibi her gün dört dönsem, ibadet etsem bu kule için, başka da bir iş yapmasam, ama kendimi yekahenk versem ibadetime; bir derviş olsam ya da bir Budist rahip gibi yemimi, yemeğimi önüme koysa birileri, ben sadece dönüşüme odaklansam, başka da hiçbir şeye… İstediğim zaman uçup gidebileceğimi bilsem, kaçış bir an bile aklımı çelmese, sadece ihtimali cazip gelse. Böylesi bir devinimli dinginlik istediğim. Ya da isterseniz aylaklık deyin; böylesi bir maşukluk dilediğim.

Monday 29 August 2011

Mehmet Mustafa Dede

Mehmet Mustafa Dede'nin ismini, Erdal Erzincan'ın yeni çıkan albümündeki favori parçamı dinlerken ve nedir necidir deyü araştırırken öğrendim. Ama baktım ki, tanımasak da aslında bizim üzerimizdeki etkisi Kardeş Türküler vasıtasıyla çok eskilere gidiyor.

BGST'deki Alevi Öbeği çalışmaları sırasında hatırlıyorum, Feryal ismini çıkaramayınca tempolu ve enerjik söylemeyi kastederek "bizim rakçı dede gibi" demişti bir keresinde. Ondan beri Kardeş Türküler projesi sırasında bu parçayı kimden duyduklarını ve bu rakır dedenin kim olduğunu çok merak etmiştim. İşte dinlemek bugün nasib oldu. Aynı zamanda karizmatik bi şahsiyetmiş de kendisi:



İlk bahsettiğim parça da aşağıda. Bu da diğeri kadar dinamik bir şey. Aslen Gevherî mahlaslı, ve aynı sözlerin bir de Musa Eroğlu havalandırmalı versiyonu mevcut. O yüzden bu deyişin müziği ya Mehmet Mustafa Dede'ye ya da Erdal Erzincan'a ait zannediyorum. Doğrusunu öğrenince düzeltirim. Benim tahiminim dededen yana:

Sunday 28 August 2011

En kötü krizimiz böyle olsun

Eskiden acil tatlısı gelen ihtiyaç sahabısı helva kavururdu. O bile epey zaman alır, adamın hevesini kursağında bırakırdı tabi orası ayrı. Aksaray'a en son gidişimde halam yoğurt çalımından yaydığı tereyağla bir helva kavurmuştu. Ben böyle güzelini yememiştim. Üstüne de şeker serper halam. O gidişte eniştemden öğrendim ki, hamileyken krizi geldiğinde onu bile bekleyemez şeker kaşıklarmış :)

İşte malum mikrodalga çıktı, mertlik bozuldu. Patlata patlata yumurta pişireni, patates pişirip püre yapanı gördüydüm ama acil tatlı derdini bu denli halledenini görmemiştim. Hele bi deniyelim nasıl olacak:

Wednesday 24 August 2011

KABUK

"Bir ses arıyorum
Yeni bir şiire başlamak için
Bir doğum çığlığı gibi kaçınılmaz
Çocuğun ilk ağlayışınca güzel
Bir ses.
..."
Sennur SEZER


Kımıldanıyor toprak. Önce köklerine dolanıp özsuyunu kirleten pisliğini temizleyecek ölüm yağmurlarının. Sonra dirilecek, yeniden.

Açmakta zorlandığı gözlerini ovuşturarak uyanıyor Saye. Ne zamandır uyuyor ? Yüzünde ve ellerinde, acı veren tuhaf bir gerilme...Ellerine bakıyor, kurumuş bir yaprağa benziyor elleri. Avuçlarında koyu kahverengi lekeler var. Derisi incelmiş, damarları seçiliyor. Ninesinin ellerini anımsıyor Saye ; ama ne oldu da ninesinin ellerine benzedi elleri böyle ? Omuzlarından gelen, parmak uçlarına kadar yayılıp yavaş yavaş sönen sızıyı yüzünde de duyumsuyor. Dokunuyor yüzüne, sanki kabuklaşmış. Duyduğu endişe yüzüne yansıdıkça acısı artıyor.

Gözüne gelen siyah perçemlerini düzeltiyor eliyle. Sekiz yaşında, kapkara zeytin gözlü bir erkek çocuğu Saye. Ürkmüş ve şaşkın, inceliyor uyandığı odayı, tanıdık değil : gri çatlak duvarlı, büyükçe bir oda. Ağır bir koku var odada, nefes alıp verişlerin arasından yayılan...Yan yana konmuş beş yatak, kapının yanında bir lavabo, üzerinde küçük bir ayna. Yataklarda uyuyan çocukların ince hırıltıları dolduruyor odadaki boşluğu. Çocuklardan biri sayıklıyor, anlaşılmıyor ne dediği. Bu çocuğu daha önce nerde görmüştü ? Yan mahallede top oynadığı çocuklardan biri herhalde. Onun yanındaki üç çocuktan birinin yüzü, ikisinin tüm vücudu sargı bezleriyle sarılı. Kıpırtısız yatıyorlar.

Başucundaki pencereden dışarı bakıyor Saye. Ağır ağır ilerleyen bulutların arasından kendisine yer açmış bir ışık demeti gözlerini kısmasına neden oluyor. Dışarısı da yabancı. Gökyüzü kirli beyaz, yeryüzü çıplak, ıssız. Uçsız bucaksız, çatlamış toprak gördüğü.

Yataktan inip aynanın olduğu duvara yürüyor. Ayak uçlarında yükselerek bakıyor yüzüne. Ayna karşısında kalakalıyor öylece, kendisi mi bu görüntü ? Korkulu bir rüyadan uyanınca yaptığı gibi sımsıkı kapatıyor gözlerini, ona kadar sayıyor içinden, gözlerini açıyor, herşey aynı. Gözlerinin etrafında ellerindekine benzer kahverengi lekeler var. Sanki derisi çekilmiş, gözleri dışarı doğru çıkmış. Korkuyor aynadaki yansıdan.

Annesini, babasını düşünüyor...nerdeler ? neden yanında değiller ? Sorularının cevabını bulma umuduyla odadan çıkıyor. Kapının açıldığı uzun, ince koridorda yürümeye başlıyor. Sağında ve solunda üzerinde kuru kafa resmi ve bilmediği bir dilden yazılar olan kapılar var. Koridorun sonundaki kapılardan biri açılıyor. Mavi üniformalı, kumral, genç bir adam beliriyor kapıda. Saye'yi farkedince bir telaş dalgası gelip geçiyor yüzünden, ona doğru yürüyor.

"Annemle babam nerde ? onların yanına gitmek istiyorum."

Adam çocuğun ağzından çıkan sözcükleri anlamıyor. Donuk mavi bakışlarının ardından düşünüyor: "Bu çocuk, ne kadar korkunç görünüyor böyle...şanslı sayılır yine de."

Saye dikkatlice bakıyor benzerlerini televizyonda gördüğü bu adama. Evlerinde bir akşam, babası haberleri izlerken...o zaman görmüştü. Babası kaşlarını çatmış, yüzü asılmıştı. Annesine dönüp başka bir ülkede yaşamaktan bahsetmişti. Kalkıp yatak odasına gitmişti annesi hiçbir şey demeden, Saye de peşinden...yeni yaptığı resmi göstermek istiyordu ama kapıyı açmamıştı annesi.

Adam elini tutuyor Saye'nin. Elini tutmak istemediği bu adamla gidiyor sesini çıkarmadan, annesine gittiğini düşünerek. Bir ses geliyor uzaktan, bu müzik...sabahları izlediği çizgi filmin müziği. Mavi üniformalı adamın ülkesinin tüm dünya çocukları için yaptığı çizgi film. Müziğin geldiği yere yöneliyorlar. Birkaç koltuk ve bir televizyonun olduğu odada, Saye'den birkaç yaş büyük gösteren bir kız çocuğunun yanına bırakıp gidiyor onu adam. Bir an için çizgi filme dalıyor. Ardından yanında oturan kıza çeviriyor bakışlarını ; kız da onun gibi esmer, gür, uzun siyah saçları var. Koyu kahverengi gözleri hep aynı noktaya balıyor. Hiç konuşmayacakmış gibi görünse de soruyor Saye:

" Neresi burası ? "
"Bilmiyorum."

Birkaç dakika sonra haberler başlıyor. Görüntüleri izliyorlar yalnız. Etrafa gülümseyerek zafer işareti yapan komutanlar, ailelerine kavuşan askerler, çorak topraklar...Yaklaşan ayak sesleri duyuluyor. Aynı adam giriyor odaya, televizyonu kapatıyor. Sert bakışlarıyla açmamaları gerektiğini söyleyip gidiyor.

"Senin annen nerde ?"
" Bilmiyorum."

Ondan başka cevap alamayacağını anlıyor Saye. Kimse yardım etmese de bulacak anne babasını...öfkeyle kalkıp koridora çıkıyor. Belki de rüya görüyorum diye düşünüyor yine, uyanacağım birazdan...Annesinden ayrılmayı hak edecek bir yaramazlık mi yapmıştı ki, düşünüyor ama bulamıyor. Hem nasıl olduysa hastalanmıştı da, biraz midesi bulanıyor, yüzü ve elleri sızlıyor.

İlerde, büyük bir kapı dikkatini çekiyor, insanların girip çıktığı. Kahkaha sesleri geliyor sık sık. Merakla vardığı kapının ardındaki büyük salona girince gözleri kocaman açılıyor ; daha önce hiç böyle bir yer görmemişti: büyük, parıltılı avizeler, ellerinde kadehler olan süslü kadınlar, mavi-yeşil üniformalı erkekler, dans edenler, değişik yiyeceklerle dolu uzun masalar ve orkestra...

Gözleri orada da aramaya başlıyor anne babasını. Görünmez olmuş sanki, kimse onun farkında değil. Birkaç adım ötede iki adam sohbet ediyor. Daha genç ve esmer olanı, göğsü parlayan yıldızlarla dolu, yeşil bir askeri üniforma taşıyor üzerinde. Siyah takım elbiseli, sarışın, orta yaşlı olan :

"Bu harekat, bizi çok zorlamadı açıkçası... takip eden isyanlarla uğraşmak daha yorucu" diyor genç olana dönerek. En derin kaygıları geride kalmışçasına bir memnuniyet var yüzünde, sararmış dişleri ortaya çıkıyor gülerken. Diğeri, elindeki kırmızı şaraptan bir yudum alıyor, yüzünü ciddileştiren bir kaş hareketiyle yanıtlıyor "Bizim desteğimizi unutuyorsunuz sanırım". Konuşurken kendinden geçiyor sanki, iri bedeni sallanıyor sesinin yükseldiği anlarda.

"Neyse, hepsi bitti artık. Bu tatsız konuları bırakalım. Oğlumu ve karımı nasıl özledim bir bilseniz. Oğlum dokuz yaşına girdi üç gün önce, yanımda fotoğrafı olacaktı...hah, işte!"

Işıltılı kalabalıktan ürküp salondan çıkıyor Saye. Bir ahtapot gibi saran koridorlar karşılıyor onu yine. Ellerinin acısı giderek artıyor. "Benim oğlum ağlamaz" derdi ya babası. Yanıbaşındaki pencereden gökyüzüne bakıyor. Gri bir bulut gizlemiş güneşi. Yağmur çiselemeye başlıyor. Çorak toprak, yağmuru kucaklıyor.

- "İnsancıl" Dergisi, Ağustos 2004 /08 -

Saturday 20 August 2011

Kendisinden uzun zamandır haber alınamayan Allah, dün Somali'de ortaya çıktı...

O, beyaz insanın kendisine bahşettiği lokmayı, sinekler de onu yer... Ve birazdan ölür siyah tenli, güzel kirpikli çocuğu Afrika'nın...
Ve Türkiye Afrika'ya yardım elini uzatır. Onları sömürmek için değil, çünkü geriye bir şey kalmamıştır, başlarına Allah'ı salmak, eskiden Avrupalıya köle olan Afrika halkını biraz da Allah'a köle etmek için gider. Bilir ki onları Allah'a köle etmek, isyan etmelerini önlemek için en iyi yoldur. Allah'a sığınır, din afyonuyla öteki tarafta cennet rüyası görür ve böylece açlıkla ıslah edilen bu insanların gözü dönmez, Dünya'nın geri kalanı da "Bir de Afrika'dan bir tehlike gelir mi acaba?" paranoyasından kurtulur.
Afrika halkı bir gün onları açlıkla ıslah eden Allah'a bunun hesabını sormaz mı? Demez mi sen dünyaları yaratansan, böyle bir kudretin varsa ve bize bir iki lokmayı çok gördüysen vadettiğin cenneti istemiyorum, o cennet ki sana cehennem olsun...

Friday 19 August 2011

Isn't it ironic, don't you think ?*


  • Columbia şehrinde, Thomas Cooper Library'de kulaklıkla Okan Murat Öztürk dinlemek
  • TR'deyken (memleket kısaltması, alışınız bundan böyle) hiç görmediğim nadide tv dizilerini açan arkadaşlara yürekten eşlik etmek
  • TR'de medyanın günlük çerezi olmasından kelli kanıksadığım olaylara bir başka türlü içlenmek: "Vah vaaah, bak sen kıza yaptığına!"
  • Amerika'ya dair dinlediklerime verdiğim tepkilerde düşünmek: "Muhafazakarlaştım mı ben ne ?" (muhafazakarlaştırdıklarımızdan mısınız, muhafazakarlaştıramadıklarımızdan mısınız :)
  • Amerika'nın "paran yoksa öl emi!" şeklinde özetlenebilecek sağlık sistemini deneyimlemiş ve "Türkiye'de herşey nasıl da güzel, bedava! hele aile hekimliği geldikten sonra süper oldu" diyen türk arkadaşlara geçen yıl sağlıktaki özelleştirmelere karşı yaptığımız onca eylemi anlatma çabam... (nafile)
  • Bana kahve falı bakmasının ardından fincanını uzatan arkadaşa, sallamak, sallamak...
  • Öğlen yemeğinde okulda kimsenin bakmadığı meyve bölümünden aldığım armut (tam da sert Angara armuduna benziyordu üstelik)
  • Hayatımın ilk bowling müsabakası deneyimini Portekiz, Vietnam, El Salvador, Güney Kore, Amerika ve Hindistan vatandaşlarından oluşan bir ekiple yaşamak
  • Çekirdek çitleyip tesbih çekmek ! (fena değilmiş, kaptırınca gidiyo)
  • Özlem duygusunun zor farkedilir, ince mi ince bir ırmak gibi içeri sızması
...
*http://www.youtube.com/watch?v=Jne9t8sHpUc&ob=av2e

Tuesday 16 August 2011

Nine ile Torun

Anlatılı halk müziği örnekleri benim çok hoşuma gidiyor. Her türkünün hikayesi vardır, tamam eyvallah. Ama bazılarının bir efsaneyi veya temayı simgeler öyküleri de vardır, ve yanında anlatıldığında ezgiye başka bir boyut katarlar. Muharrem Ertaş, Özay Gönlüm gibi güzel ozanlar hem anlatır, hem çalar, hem de söylerler. Üç telli üstadı Ramazan Güngör'ün de "bi gız bi gocagarı boğaz çalacaklar..." diye başladığı kısacık bir Nine ile Torun boğazı var, dinlemeye doyulmaz. Şöyle ekleyelim:



Dede veya nine ile torunun ilişkisi hiç bir şeye benzemiyor. Ne ana-baba gibi tatlı-sert, ne bir çok akraba gibi yüzeysel... Araya ne sorumluluklar giriyor, ne bağımlılıklar; belki sadece sevgi kalıyor.

Baba tarafından dedemi çok tanıma fırsatım olmadı. O öldüğünde ben ortaokula yeni başlamıştım. Ölümü dünyada hakikat gördüğüm ilk insandı. Ben sanırım onun için çok çok özel değildim, çünkü bana sıra gelmeden on çocuğundan otuz küsur torunu vardı. Üstelik bunların çoğu ile aynı şehirde yaşardı. Senede bir bilemedin iki kez gördüğü bana, bu koşullarda yine iyi ilgi gösterirdi. Çok güzel gülerdi dedem. Sevecen hatırlıyorum hep onu. Mütedeyyin de biriydi. Hatırlarım, daha küçükken beni kucağına alıp "Allah kaç?" diye sorardı. Ben boş boş yüzüne bakınca işaret parmağıyla gösterir, "Biiir" derdi. "Kaçmış?", "biiir!" derdim ben de hemen sonra. Şimdi yeniden görmeyi çok isterdim onu. Herhalde sevecenliği hiç gitmemiş olurdu. Babaannem hala sağ aslında, ama kendi çocuklarının adını bile unutturan hastalığa yakalanalı on seneyi buluyor. Çok uzun süredir ayrı bir dünyada yaşıyor.

Herhalde hayatımda sevip de en çok ihmal ettiğim insanlar anneannem ile dedemdir. Hep uzak oluşumuzdan, ve babamın her iki bayram da illa ki bizi Aksaray'a götürmesi yüzünden çok az vakit geçirebildim onlarla. Çok küçükken epey kalmışım aslında. Dedemle anneannemin ilk torunuyum. Zaten çok da fazla yok hepi topu yedi tane. Sanırım biraz daha özelim onlar için. Aslında, özeldim demeliyim. Araya giren bu uzun ayrılıkla ve sonra benim İstanbul ve İngiltere maceralarım yüzünden aramız çok açıldı, görüşmelerimiz çok azaldı. Eski ilgiyi göremiyorum. Ama benim hala umudum var, daha güzel günlerimiz olacak. O yüzden onlarla geçireceğim vakti iple çekiyorum. İçten içe, "çok da yaşlılar ama inşallah ben gelmeye 20 senedir kazalara, hastalıklara rağmen korudukları zindeliklerinden bişey kaybetmemiş olurlar" diye umuyorum. Anneme soruyorum "nasıllar?" diye mütemadiyen. Genelde iyi olduklarını öğreniyorum. Ama geçenlerde aradığımda "Deden mezarını kazıyor. Onunla uğraşıyor" dedi annem. Bir an korktum "Nası yani!?". Meğersem 5-6 sene önce mezarlıktan yer almış 4-5 tane, onu düzenliyormuş. Niye o kadar çok bilmiyorum, bizi de gömecek herhalde :) Hikayesi aslında şöyle: dedemin en büyük oğlu, yani annemin en büyük abisi çok genç yaşta trafik kazasında ölmüş. Ben daha doğmamışım bile o zaman. Dedemgilin ilk çocukları tabi, ama haylazmış annemin dediğine göre, okumamışmış da. O sıralar da taksicilik yaparmış. Dedem çok dövermiş onu küçüklükten beri, annem derdi. Ve ben çok şaşırırdım. Çünkü dedem lokum gibidir, hiç onu öyle düşünemedim. Dayım vefat edince de o kadar üzülmüş ki. İşte alıp düzenlediği mezarlar dayımın yattığı yerin çevresiymiş. Mezarın dört bir yanını almış, "el yatmasın yanında diye" :). Şimdiden de düzenlemeye başlamış çünkü yeri alıp kazılmış bırakılmak riskliymiş. Çünkü yeni de duymuşlar ki, geçende bi cenaze olmuş. Bilememişler hangisi, götürüp başka birinin alıp kazdığı mezara boş diye gömmüşler. "Kalksın başka yere yatsın, ora benimdi" de denmez. Beleş mezar bulunca girmişler yani.

Bu arada yukarıdaki videonun "isimle "hazır yüklenmişi var ise..." diyerek gezinirken şu habere denk geldim. Belki de bu ezgiyi ve demek istediklerimi tamamlar. Haberci dilinden hoşlanmadığımdan anlatımı şöyle değiştirdim:

Nine ile torun 5 yılda 50 ili gezdi


Mengenli Ankara'da işletmecilik yapan bir erkek torun ile 83 yaşındaki ninesi her ay birlikte bir ili gezmeye gidiyorlarmış. Böyle böyle beş yılda elli il gezmişler. Haberin yayınlandığı 2010 Ocak'ında en son Antalya'ya gitmişler. Beraber Yivli Minare, Antalya Kaleiçi, Alanya Kalesi, Manavgat Şelalesi, Side Antik Kent ve Apollon Tapınağı önünde hatıra fotoğrafı çektirmenin mutluluğunu yaşadıklarını söylemişler :)

Torun demiş ki, "Büyükannemle birlikte seyahat etmeyi çok seviyorum. Ninem 83 yaşında olmasına rağmen seyahat etme ve farklı illeri gezmek hoşuna gidiyor. Her ay düzenli bir şekilde bir ili geziyoruz. Büyük annemi çok sevdiğim için bir dediğini iki etmiyorum. Her ay sonrası seyahat sonrası Ankara'ya dönünce huzur buluyoruz." Nine de demiş ki, "Torunumla her ay düzenli bir şekilde gezi yapmaktan mutluluk ve huzur duyuyorum, kendimi çok dinç hissediyorum."

Sunday 14 August 2011

Ceviz*


Ceviz ağaçları! Ah o ceviz ağaçları! Yirmi metreye yakın boyları, iki yüzyıla yakın ömürleri, ışık geçirmez gölgeleri, yaşlandıkça çatlayan kabuklarıyla neler görmüş, neler geçirmiş görkemli ağaçlar. Çocukluğumuzun o tırmanılamayan, ama tırmanılabilse göğe erişilebilirmiş duygusu veren yeşil anıtları. Neredeyse her yerde rastlarsınız cevize. Her yerin kendi cevizi vardır. Beykoz cevizi, Kaman cevizi, Niksar cevizi, Cevker cevizi, kimilerinin mevsimi olurdu: "Ağustos cevizi" daha erkene ayarlamış bir cevizdir biyolojik saatini. Bahçeden bahçeye biçim değiştirir, uzun, kısa, yuvarlak...Sertliği değişen meyveler ; taşla kıramadıklarınız, kırabildiğiniz iki parmak ucunu bastırarak...Kimilerini kırabilmek için ikişer ikişer kenetlediğiniz ellerinizin avuç içine alır, bastırırsınız tüm gücünüzle...


Çocukluğumun o görkemli cevizleri. Çok yaşayan, yavaş yaşayan, geç meyveye duran, ağırbaşlı görkemli ağaçlar. "İki yüz yıla yakın yaşar" demişti tarım öğretmenimiz. Kökü dünyanın merkezine uzanır sanki yayılır, kaplar yapraklarının dallarının gölgelediği alanı toprak altında. Zor iştir ceviz kütüğünü sökmek. Ağaç kesilir kökü sökülürdü. Neden sökülürdü ki ? Kesilip yakılmak için ! Korur gölgelediği alanı ceviz. Sokmaz başka bitkiyi. Tepeden bakar yaklaşamayan, uzak duran meyve ağaçlarına. Rahatsız etmekten çekinir gibidir diğerleri, uzak...

Çok severdik ceviz oyununu. Çırpılmaya yakın tam gevşemeden erişilebilen meyvelerinin gövekleri çakıyla temizlenir, meyvesinin odunumsu kabuğu çıkana kadar. Eller kapkara boyanır. Temizleyebildiğimiz kadar ceviz temizlerdik. Çırpılma zamanı ise başka. Dallar uzun sırıklarla sarsılırken patır patır yere düşerdi cevizler. Gövekleri kolayca ayrılırdı çırpma zamanı. Koşuştururduk ceviz çırpılan bahçelere. Toplamaya yardım ederdik. Toplanır, tenekelere doldurulur, büyüklerden biri eve taşıyarak, boşaltır getirirdi boş tenekeleri. Sonra görünür ceviz kalmazdı çevrede. Bahçe sahipleri ayrılırdı ağacın dibinden yapılan son denetimden sonra. Artık başaklama zamanıydı. Başaklama yardım eden çocukların hakkıydı. Neredeyse her çalıyı aralar, her taşın altına bakar, kendini bize saklayan cevizleri bulurduk. Halimize bakan büyükler gülüşürdü uzaktan. Kimse karışmazdı topladıklarımıza. Oyun zamanı gelirdi sonra. Otsuz bir düzlükte toprağa bir çivi çakılır etrafına bir çember çizilirdi, sivri bir çubukla. Çivinin üzerine beş kuruşluk bir "demir para" yerleştirilir, nişan alınır, atılan cevizle para yere düşürülmeye çalışılırdı. Atışını yapan parayı düşüremezse sırayı diğerlerine verir, düşürmeyi başaran atılmış olan cevizleri yerden toplardı...

Bahçemizdeki ceviz gölgesine sığınanları koruyan sağlam bir barınak gibi gelirdi bana. Dibine yerleştirilmiş ağaç sedirde minderlere oturup çay içerdik sıcak havalarda. Bazen başımı kaldırır yaprakların arasından ışık kıpırtısı görmeye çalışırdım dakikalarca. Oyun oynuyorlarmış gibi gelirdi bana yapraklarla güneş ışığı. Işık görünür gibi olur, yapraklar keserdi yolunu.

Bir gün biri " Ceviz diken ölür!" demişti, eklemişti ardından " Cevizi kargalar diker!" Kargaların ağzındaki cevizin düştüğünü görmüştüm birkaç kez. Düşürdüklerini sanırdım oysa tutunsun toprağa, kök salsın, büyüsün isterlermiş! Ceviz birden yabancılaştı bana, uzak durur oldum. Gölgesi çağırır, gitmez, bahçe duvarına oturur, karşıdan izlerdim yaprak kıpırtılarını. Giderek yabancılaşıyordu sadece kargaların diktiği ağaç. Karşı koymak istiyordum bu yabancılaşmaya. Diken herkes ölüyorsa nasıl yabancılaşmazsın ?

Birileri gelip bahçeleri gezdiler. Tek tek incelediler cevizleri. "İstanbul esnafıymış" diye fısıldaşır kadınlar aralarında. Anlamadığım pazarlıklar oldu, bahçe sahipleriyle. "İstanbul esnafı" tutup ellerini bahçe sahiplerinin bir aşağı bir yukarı salladı. Paralar verildi bahçe sahiplerine. Sonra büyük testerelerle işçiler geldi. İki işçi birer sapından tutup testerenin, geçip iki yanına cevizin kesmeye başladılar. Kesildi cevizler tek tek. Saatler sürdü her bir cevizin kesilişi. Yıkılıp yere serildiler. Devrilen ağaçların gövdelerinden sızan suyu gösterdim anneme, "Ağlıyor!" dedi, acıyarak. İçim cız etti. Rahatlatmak istedim kendimi. "Ceviz diken ölürmüş, öyle mi dede ?" dedim. Güldü "Ceviz diken beli kalınlığına gelince ölür" diye yanıtladı. "Nasrettin hocanın "Eyüp koymayın çocuklarınızın adını, halkın ağzında ip olur" dediği işte. Milletin ağzında ceviz diken ölüre dönmüş." "Yani ölüyor, her kim dikerse" dedim, söylediğini anlamaya çalışarak, karşı çıktı: "Geç büyür, geç meyveye durur...Kaç yılda bel kalınlığına gelir bilir misin ? Bir ömür geçer meyveye durana kadar. Ceviz diken yiyemez dedikleri bundan. Dedeler diker, torunlar yer meyvesini"

Bir kararında haksızlık yaptığını anlamış, dürüst bit yargıcın gecelerine döndü gecelerim. Hep anımsadım ceviz ağacını. Devrilen kütükler uzun süre bahçede kaldı, nemli toprağa cansız uzanmış. Yağmur, kar yağdı. Çürümeye başladı kütükler. Ninemin dediğine göre taşıyamamış trene "İstanbul esnafı" "ol görüp!" Parasını ödeyip kestirmiş, taşıyamamış, çürümeye terk etmişlerdi.

Sonra birkaç kez ceviz fidanı dikildi. Erken meyveye durdular, dikenler de ölmedi. Ama ne "ceviz" cevizdi. Ne ağacı "ceviz ağacı"!

Çok haksızlık edildi cevize çok !

***

* Alır Giderim Düşlerimi, Çağatay Güler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2011

Friday 12 August 2011

Amerika'da Ramazan





Etegimi cekistirdigimi farkediyorum. Mahalle baskisi. Suriyeli Muhammed'in kampusteki lokantasi "Al Amir" de, oruc degilken katildigim iftar yemeginden sonra evinde kaldigim turk arkadaslarda cay iciyoruz buradaki turk ogrencilerin buyuk bir kismiyla. Cumleleri insallah ve maasallah takip ediyor siklikla. Ben hep oldugum gibiyim. Anliyorlar, biraz farkliyim. Ama su zamani geri cevirsem tekrar edinmeyi pek dusunmedigim doktorluk sifatim var ya, kurtariveriyor burada da. Kapali, evli bir arkadas kulagindaki agriyi soruyor, okumuyor ya da calismiyor burada. Saglik guvencesi yok. Benim de otoskopum yok! soyle bakiyorum disaridan, basortusunu cozdurup boynunu, lenf bezlerini muayene ediyorum. Elindeki ilaclara bakip "kullanabilirsin bunlari" diyorum hikmeti bendeymiscesine. Yuttugu sarimsaklari soruyor "mikrop oldurucu ozelligi vardir degil mi?". "Vallaha sarimsak iyidir, guzeldir, ben de severim. Bircok seye yarar ama kulaginda iltihap varsa o kadar da kudreti yoktur". Guluyor.

Memleketten kilometrelerce otede insanlar arasindaki sinirlarin cogu kayboluyormus meger. Yine de bazen bir tuhaf hissedip kaciyorum yanlarindan. Evlerinde kaldigim arkadas mutfakta cay hazirliyor geri kalan herkese. Yardim eden yok. Onun yanina gidiyorum hem nefes almaya hem yardima. Erkekler zaten kapi onunde bagira cagira sakalasip sigara icmede. Icimdeki huzursuzluga ragmen kadin erkek mevzusuna bu ortamda girmenin gereksizligini dusunuyorum. Hepsi iyi insanlar, biliyorum. Turkiye'de olsam gorusmeyecegim insanlardan bu kadar yardim gormenin garipligini duyuyorum...

Ustelik tam ramazanda cikip gelmisim buraya. Ayrimlarin belirginlestigi bir vakit, hemsehrimin gullaci sonradan kesfetmesi gibi. Yine de hep suna inanmadim mi : insana dair esas olanin ozdeki niyet olduguna...ve yine hemsehrimin dillendirdigi gibi, insana dair umudu eninde sonunda burda aramiyor muyuz kendimizi materyalist olarak nitelesek de ?


Thursday 11 August 2011

Güllaçın Narı

Nar, güllaçın olmazsa olmaz süslemesi olmuş artık. Narı olmayınca güllaç eksik kalmış gibi geliyor. İyi de, ay takvimiyle işleyen dini ritüellerde bu biraz gayrı-tabii değil mi? Dinin yemekle özdeşleştiği bir çok nokta var. Yahudilerin "hamursuz"undan, Protestanların sonradan gelişmiş "yılbaşı hindisi"ne, Ortodoksların "paskalya yumurtası"na, ve hatta İranlıların "Şeb-i Yelda karpuzu"na kadar saymakla bitmez herhalde. Fakat önemli bir fark var, bu medeniyetlerin hepisi güneş takvimi kullanıyor, yani bayramın seyranın yeri yurdu belli. Bu sene de böyl'oldu dertleri yok. En fazla mevsim kurak veya sulak geçer, o geleneksel yemeğin tadı değişir herhalde.

Fıldır fıldır dönen ay takviminde ise o güzelim nar, ayın yüzü gibi bi görünür kaybolur olması lazım. Çünkü taze kullanılır. Diğer Ramazan yapışıklarından zeytin, hurma ve türlü kuru meyve İslam'dan önce de kurutulup saklanıyordu malum. Bi kısa araştırdım, olmuş narlar kuytuda köşede (buzluksuz ve iklim kontrol sistemleri olmaksızın) en fazla bir ay dayanabiliyormuş. Peki ya bu millet narı bu mevsimde nerde buluyordu? Herhalde eskiden mevsimi dışında o zamana ne denk geliyorsa onunla süsleniyordu. En güzeli. Güllaç benim aklıma çok gelmezdi Ramazan denende, ama o pide yok mu o pideee...

Fotoşopçuluk ne kadar uğraşırsan o kadar iyi sonuç elde edilebilecek bir zenaat malum.
Ben bu kadar vakit ayırabildim.

"Hoşgeldin Ya Şehri Güllaç"



Güllaçla biraz geç, taaa üniversiteye giderken tanıştım. Hatta, bir arkadaşımın evinde yediğim güllaçı o kadar sevdim ki, "ben niye bunu daha önce yemedim ya" deyince, bu tatlının sadece Ramazan ayında ortaya çıktığını ve sonra Ramazan'ın şatafatından nasibini almadan sessizce köşesine çekildiğini de o zaman öğrendim. "Bir aylık tatlı mı olur ya" diye iç geçirmeden edemedim. Düşünsenize, siz böyle bir tatlı olduğunu biliyorsunuz, hatta bazen canınız çekiyor ama yok, hiçbir yerde güllaç yaprağı satılmıyor. Herkes el ele verip, güllaçları kilit altına alıyor, güllaç satışı durduruluyor. Ne biçim bi geleneksel inatçılık bu böyle şaştım kaldım. Bence sosyal bilimcilere güllaç üzerinden korunmaya çalışılan şeyi/yapıyı tahlil etmek düşer. Yok mu buna kafa yoracak, yormak isteyecek bir zatı muhtereeeeeem.

Neyse... Ben konumuza döneyim. Şimdi "Hangi konumuz?" diye soracaksınız biliyorum ama güllaç girizgahtı yahu, yani güllaç şahane ama konu için bahane ;) Başlıyoruz...

Bir insanın "Ben güllaçla üniversitede tanıştım" demesi aslında çok şey anlatır. Ama tabi üzerinde düşününce. Çünkü bu, onun Ramazan'a ve dolayısıyla temsil ettiği "şey"lere dair duruşunu, Ramazan'a dair duruşu onun toplumsal yerini, hatta aidiyetini, kimliğini deşifre eder. (Daha kapsamlı analiz kısmını yine geçiyorum, çünkü bi şeyi de çok uzatmadan anlatmak istiyorum yahu ;)...) Nerede kalmıştık? Heh Ramazan diyordum. Annemin gece yarısı sessizce kalkıp mutfağın ışığını yakıp yattığını hatırlıyorum hayal meyal. Ya da gece bi ara çişe kalktığımda yanık bulduğum mutfak ışığının, sabah ne hikmetse, daha kimse uyanmamışken çizgi film izlemek için kalktığım sabahlarda bile kendiliğinden kapatılmış olduğunu. Çocuktum ya, tabi aradaki bağlantıyı kuramıyordum; bi gün önce annem yaktığına göre yine annem yakmış ve sonra da tabi yine annem kapatmıştır ben görmesem bile, diye...

Şimdi tatlı Ramazan sohbetleri ile masanın başında olanca şirinliği ile toplanmış çoluk çocuk nene-dedeli koka kola reklamlarını, Başbakanımız ve "en Müslüman" olmak için yarışan diğer siyasilerin Ramazan'da hoşgörü, ekmeğini paylaşma çağrılarını duydukça midemde bi yanma ve kusma hissi başgösteriyor. Annemin hangi korkularla uykusunun en tatlı yerinde o ışığı yakmak için kalktığını anlatmak bile gelmiyor içimden. O vakit Ramazan'ın tatlı güllacı acılaşıyor. Ama insana dair umut (soldan sağa 1) Bir sütlü tatlı!) güllaca kendi tadını iade ediyor yeniden. "Hoşgeldin Ya Şehri Güllaç" mahyası asmak istiyorum ben de penceremin pervazına... Afiyetle,

işyeri- 11/08/2001

Tuesday 9 August 2011

İmam efendi, özlemek caiz midir?

Özledim, demek bana ar geliyor.
Ne kadar sıkıştırmışsam kendimi köşeye,
o kadar özlüyorum
sevdiceğimi, dostlarımı, annemi...

Bunda bir bencillik yok mu?
Arkan rahattayken iyiydi, bencillik etme,
çek derdini deyip vazgeçiyorum
onlara özlediğimi söylemekten...
Ya sıkıntıda olmasaydın?
Yalançılık yapma, oyunculuk!
Oyunculuk, yalancılık senin dudağında dilinde.

Ama tam o anda, özge canlardan yeki
kalbine düşmüşse sıkıntılının teki
bir pişt dese "nasılsınız?" sen, ben, öteki...
nasıl sevmem ben onu ki?

Monday 8 August 2011

Haydeaa! Kafalar bi milyor abla, kafalar bi milyor

Bugün yine bir deadline günüydü ve ben gene işin çoğunu son ana bıraktım. Gündüzden biraz uyuyup, akşamına kalkıp ofise gittim. Niyet ettim Allah rızası için sabahlamaya. Geçen hafta yeni bir ofise taşındık. Oda o kadar büyük, pencereler o kadar çok ve o kadar "tek camlıydı" ki sürekli kafa ütüleyerek çalışan fönlü fan (fan fini fin fon) bile üşümekten beni alıkoyamadı. Bileğimin hakkıyla dondum yani.

Gecelemelerde kısa kestirmeler elzemdir malum. 2-3 saatlik kestirmede, iki defa da kabus gördüm, iyi mi? Birinde bir şeyleri tamir etmeye çalışırken elektrik çarpıyordu, ve geberiyodum, evet. Çarpılıp uyanma değil ama gerçekten. Muhammed bin Abdullah "ölmeden önce ölünüz" buyurmuşlar ya, benimki de çok sahiciydi yani. İlk akımın alıştaki elektrik kaynağına yapışmadan, tüm şokun vücuda yayılışına ve sonunda Terminator ekranından göründüğü gibi bilinci ve görmenin su gibi akıp kayboluşuna kadar. İkincisinde Lancaster'daki eskiden ev paylaştığım arkadaşımla kalırken, mutfaktan içeri giriyordum. Kendisi beni farketmemiş, beni görünce korkuverdi. Sonra kalbini tutup pat diye olduğu yere düştü. Derken rengi beyazla mora döndü. Kendi ölümümden bile çok korktum, üçlü sandalye setup'ımdan nası fırladım anlatamam. Ne biçim ofis bu beaaa, şikayet edicem. Uyuyamıyorum diycem :)

Raporu da yetiştiremedim zaten. Havalar da bok gibi. Kafa desen, o da çok güzel.

Neyse yeter, konuyu değiştiricem. Geçen Bolton-le-Sands diye buraya yakın ufak bir nahiyemizle ilgili bir haber gördüm. Tüm bu rezalet havalara rağmen amcanın birinin orada üzüm bağları varmış. TV izlediğim burada ilk yılımda bir programda. İngiltere'nin en güneyinde üzüm ve şarapçılığın olduğunu ama bunu İngilizlerin bile beğenmediğini görmüştüm. Bu yerin özelliği de, İngiltere'nin en kuzeyindeki üzüm bağı olmasıymış. İngilizler içeriği ön plana çıkaramayınca, başka titrler bulmakta uzman bir millet gerçekten. Bu foto o haberden, detayında amca bağını satacağını diyor ama "yirmi yıl daha genç olsam bu işi ticari olarak coştururdum" ayağı çekiyor.


Aslında bahçecilik burada çok popüler ve etrafta çok güzel bahçeli evler var. Meyve ağaçları bizdeki gibi aşkla dikilip, bakılmasa da tek tük bahçelerde yer buluyor. Ama hiç birinde asmaya asla, asla, asla, asla ... ve asla rastlamamıştım. Sırf Lancaster ve dolaylarında üzüm bağları olduğunu görmek ve göz yaşlarına gark olmak için bile görmek isterdim. Gerçi bizim John "The Ev Sahabısı", Roma devletinin adayı ele geçirdikten sonra bizim evin bulunduğu bölgenin ve civarını dev taş kütleleriyle steplendirip bağlarla donattıldığını söylemişti. "Buralar hep dutluktu" geyiği yaptı yani :) Ben de sonrasında, hadi lan dangoz demiştim, adamlar Akdenizi bizim tarihçilik anlayışımızla adeta bir Roma Gölü yapmışlar, gelip senin skimsonik Lancaster'ında bağcılık mı yapacaklar? Yapan varmış göründüğüne göre. Gerçi tadı, Bar-i Xuda bilir, nasıldır. Amca satışa gittiğine göre işler kesat. Şarabı da tat vermiyor. Şimdi John'un da günahını almayalım belki iki bin yıl önce burada mevsimler daha iyiydi. Onu da gene Allapbaba'ya soriyim ben bi dahaki kabusa...

Saturday 6 August 2011

Çağatay hocam...



"Gitmeden özlediklerim" diyemedim başlığa. Geride kalmayacak çünkü, hep içimde canlı kalsın istiyorum sohbetlerimiz...

Ne zamandır niyetleniyordum anlatmaya. Lakin zor. Çünkü Çağatay hocamın şimdiye dek gelmiş altmış yıllık kalp atımında birden çok insanın yaşamına sığacak yaşamaklar var. Onun bendeki izini tarif etmem de zor, ama yapmak istiyorum, elimden geldiğince...

Bugün odasına uğradığımda, bir çocukluk hatırasını paylaştı benimle: ilkokullu Çağatay, mezarlıkta açık ayak kemikleri görüyor. O sıralar okulda tabiat bilgisi dersinde konu vücudumuz ve iskeletimiz...ayak kemiklerine ip bağlayarak leğen kemiğine kadar çekmeyi başarıp sürüklüyor eve, içinde ertesi gün kemikleri okula götürüp arkadaşlarına gösterme hevesi. Ama çarşıdaki hesap eve uymuyor; sen misin etine kemiğine kadar tabiat bilmek isteyen!. Çok titiz bir kadın olan annesi durumu farkedince alıyor hortumu eline, önce iki şaplak, ardından musluğa takıp muzırı bir güzel yıkıyor, elbiselerini de yakıyor, üstüne bir de polise haber veriliyor!. "Ama hocam," diyorum "siz uslu bir çocuktunuz hani?". "Öyleydim" diyor, " meraklıydım yalnız, çok gözlemlerdim, gördüğüm herşeyi taklit ederdim..."

Yaşamı, böyle sürmüş sonrasında da, sorumluluk duygusu hiç hafiflemeyen, insana, dünyaya dair ve bu yolda başına gelecekleri hep göze alan, hiçbir "taraf"a uymazken de doğru bildiğini söylediğinde...

Karşısına öğrenci ya da asistan olarak gelip de yaşamına dokunmadığı kimse yoktur hocamın. Yalın bir kıssadan hisseye varan bir anı, fıkra, kesit ile çalıverir gönülleri. Azık torbasındakileri sakınmasızca paylaşırken daha önce hiç bulunmadığı çıkmazlara sevkedip zorlar usu ,insanın içebileceği kalitedeki sudan bahsederken, "sosyal iyilik hali"nin ne olduğu üzerine kafa yoruyor bulursunuz kendinizi ya da bir fabrikanın atık sorununu ve kapatılmasını konuşurken o fabrikada çalışan işçiler için de çözüm aramaya başlarsınız. "Sizin tek bir kusurunuz var çocuklar" der, "kendinizi büyük hayallere layık görmüyorsunuz".

Yok, anlatamayacağım hakettiğince. Belki de burda bitirmek istemeyişimden bu kalakalma hali, belki de ondan cisim olarak uzaklaşacak olmanın ağırlığı...bırakayım dizeler konuşsun.


OKYANUS

Acıyla gülümsedi gözleri
ayağa kaldıran beni
kanadım kırıldığı vakit

İğneli kederin ellerini
kucağında bir kedi gibi okşayan adam
çekip aldı beni
fırtınadan

Kağıttan gemi
ıslanmış benliğim
kurudu sıcağında

bilmem hazır mı,
okyanuslara.

Wednesday 3 August 2011

Maksat...

Bir arkadaşın ablasının başından şöyle bir şey geçmişti:
Gençler birbirini bulmuşlar; neyse efendim, kız 7.sinde mi 8.sinde mi ne TUS'u kazandı güç-bela İstanbul'a gelebildi sonunda. Evlenecekler. Ama dev bir hata yapıyorlar: elde yok avuçta yok diye ailelerinin ev, araba ve bilimum yerleşme masrafları sponsoru yapıyorlar. Derken benim ev arkadaşının annesi kalkıp Adana'dan geliyor. Zaten kadın zırt pırt gelirdi, bizde aylarca kalırdı. Bir de ilkokul öğretmeni olacak, Hisarüstü'ndeki evimize Akmerkez'de ünlüleri görmeye gelirdi, taa Adana'dan kalkıp.

Neyse efendim, biri böyle diğeri bundan da arıza iki kaynana-yı müstakbel çocuklarına beraber günlerce ev bakıyorlar. Armudun sapı, üzümün çöbü derken en son damat-anası iki sülalelenin de sonunda beğendiği bir dairenin garajını küçük bulup evi almak istemiyor. Bu iktidar mücadelesi burada sonlanıyor, ve bu evlilik kat'iyeyle olmuyor efendim. Olamıyor.

Şu videodan sonra, insan diyor ki: önemli olan garajın boyu değil, gönüllerin bir olması galiba.

Şey



"Somutlara güvenimiz yok hiç, onlar kalmaz, yok.Herkesler,her şeylerini çok şeylere harcıyorlar,tutsak kılıyor bu şeyler onları,hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında.

Ama bak, gerçek tutsaklar biziz, soyuttan gelir bizimki, savaşılmaz.

En değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden, bilirsin.

Bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz, bu uğraş ister.

Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür - ya bozkır."*

*"Ne güzel suçluyuz biz hepimiz", Sevgi SOYSAL, Tutkulu Perçem-Bütün Eserleri (Sekiz), İletişim Yayınları

***

Şeylerimiz. Şu anda, bana, yalnız bana ait bir evim yok. Şeylerim asılı kaldı havada ama yalnızca "somutlarım", asılı kalan. "Soyutlarım" daha da bir elle tutulur şimdi. Benliğimin etrafını siyah kontürlerle çevrelercesine bendeler. Ben onlarım.

Yalnız sözcükler, yoksunluk duyuran. Nefessiz kaldığımda evimin gözlerine uzanıp ulaşıverdiğim, göğsüme bastırdığım sözcükler. Şimdilik karton kutulara hapis.

Bedenimin görünmez cepleri olsa...tüm sözcükleri atıp her yere götürebileceğim, ağır olur mu ? Somutta kağıt ve sözcükler değil mi bir valizi en ağır yapan ? Yüreğe çökenlerle ruhu hafifletenler birbirini dengeler mi yoksa...Peki, kağıdın ağırlığını belirler mi üzerindeki sözcüklerin ne anlattığı ?

En değerli "şey"iniz nedir ?

Monday 1 August 2011

KUSURLU PİLLİ BEBEK

Şimdi ben, bu güneş sisteminin bir parçası mıyım? Bu mükemmel (?!) döngüye uyan yıldızlar, gezegenler, uydular düzeninde bir yerim, yurdum, koordinatım mı var?

Öyleyse, bu aralar ben bu sistemin yaramaz çocuğu, çürük elması, oyunbozanı, bozuk radyosu gibiyim. İçine kendimi yerleştirmeye çalıştıkça ayrıksı duruyorum; yakışmıyorum olmam gereken yere. Biz hepimiz bir dizi oyuncağız, kurulduğumuzda hep bir ağızdan gülmek için tasarlanmışız. Ama bendeki pili ne kadar yenileseler, sırtımdaki kulpu ne kadar bursalar, yüzümdeki ifade değişmiyor. Üretim bandı üzerinden dikizleyen kamera da tek tek inceliyor bizi ve onca benzerimin içinden tutup çıkartıyor hatalı beni! Ben de arsızım ya; derlenip toplanıp, orama burama çeki düzen verip alıyorum yine banttaki yerimi. Önüme bakıyorum, arkama bakıyorum, sağıma soluma bakıyorum; gördüklerimin hepsi de bana ne kadar benziyor, ama hepsi ağız birliği etmiş gibi “sus, çaktırma kusurunu” dercesine bakıyor gözlerime. E herkes benim gibiyse, nasıl dönüyor bu çark? “mış gibi” yaparak bu kadar sessiz dönmeyi, idareten gülmeyi nasıl becerebiliyorlar?

Pardon, unuttum; biri bana hatırlatsın! Nereye akıyor bu dizi, nereden gelecek yenileri, nereye gidecek eskileri? Eksilecek miyiz, çoğalacak mıyız, yoksa hep mi aynıyız?

Peki, o başta bahsettiğim mükemmel ışıklı sistemden, güneş sisteminden nasıl bu üretim bandına geldim ben? Nerden çıktı bu kusurlu pilli bebek?

12 Aralık 2009, İstanbul

Unutma-beni

















Penceremin önündeki unutma-benim,
masmavi gözlerini güneşten alamıyor.
Ben de gözlerimi ondan...

Kucaklayıp önüme alıyorum:
ne bakarsın melül melül,
ben sana sevdalıyım.
Görmüyor musun?

Annesinden koparılmış bebekler gibi
gene güneşe dönüyor.
"Döndün mü yüzün benden
yüzü dönesi"
unutma beni...

Lancaster, Nisan 2010

Hayalci

Saçma sapan hayallerim var benim.
Hayalci geldi hayalciiii!

Bir kutu dörtduvar, günlük güneşlik bahçe isterim.

Yoklama var canlarım, sol baştan sayalım...
Ayva!, nar!, kiraz!, yemiş!, badem!, ceviz!, dut!

Durun bakalım.
Duydun mu Bıdık, tekrarlasınlar mı bi daha?
Yapmasınlar Bıdık,
Gel biz senle gezmeye çıkalım
Onlar benim güzellerim, güzelimi besleyenlerim...

İpe sapa gelmez isteklerim var benim
Hayalci geldi hânım!

Lancaster, Mart 2010


On the River, St. Gertrude
John Quinton Pringle.

Telefon direkleri

Ne çirkin şey şu telefon direkleri.
Ha yerden çekseniz telleri, ne var.
Kodumunun posta-telgraf işleri!

Elaziz'den sütkaleye bak...
Gavur mahallesinden surlara bak..
çık bi köy meydana, dur da semâya bak.

ya en azından
ikiye bölünmüştürler
ya da masmavi üçgenler, yamuklar
siz ilm-i cemâlden ne anlarsınız lavuklar!

bizi çirkinliğe mahkum etmeye kalkarlar
güzellik peşimizi bırakmaz, tüner de "sev beni!" der
yok ki 'medenî' köylerde kırlangıçlar, leylekler

Lancaster, Ocak 2010