Sunday 14 August 2011

Ceviz*


Ceviz ağaçları! Ah o ceviz ağaçları! Yirmi metreye yakın boyları, iki yüzyıla yakın ömürleri, ışık geçirmez gölgeleri, yaşlandıkça çatlayan kabuklarıyla neler görmüş, neler geçirmiş görkemli ağaçlar. Çocukluğumuzun o tırmanılamayan, ama tırmanılabilse göğe erişilebilirmiş duygusu veren yeşil anıtları. Neredeyse her yerde rastlarsınız cevize. Her yerin kendi cevizi vardır. Beykoz cevizi, Kaman cevizi, Niksar cevizi, Cevker cevizi, kimilerinin mevsimi olurdu: "Ağustos cevizi" daha erkene ayarlamış bir cevizdir biyolojik saatini. Bahçeden bahçeye biçim değiştirir, uzun, kısa, yuvarlak...Sertliği değişen meyveler ; taşla kıramadıklarınız, kırabildiğiniz iki parmak ucunu bastırarak...Kimilerini kırabilmek için ikişer ikişer kenetlediğiniz ellerinizin avuç içine alır, bastırırsınız tüm gücünüzle...


Çocukluğumun o görkemli cevizleri. Çok yaşayan, yavaş yaşayan, geç meyveye duran, ağırbaşlı görkemli ağaçlar. "İki yüz yıla yakın yaşar" demişti tarım öğretmenimiz. Kökü dünyanın merkezine uzanır sanki yayılır, kaplar yapraklarının dallarının gölgelediği alanı toprak altında. Zor iştir ceviz kütüğünü sökmek. Ağaç kesilir kökü sökülürdü. Neden sökülürdü ki ? Kesilip yakılmak için ! Korur gölgelediği alanı ceviz. Sokmaz başka bitkiyi. Tepeden bakar yaklaşamayan, uzak duran meyve ağaçlarına. Rahatsız etmekten çekinir gibidir diğerleri, uzak...

Çok severdik ceviz oyununu. Çırpılmaya yakın tam gevşemeden erişilebilen meyvelerinin gövekleri çakıyla temizlenir, meyvesinin odunumsu kabuğu çıkana kadar. Eller kapkara boyanır. Temizleyebildiğimiz kadar ceviz temizlerdik. Çırpılma zamanı ise başka. Dallar uzun sırıklarla sarsılırken patır patır yere düşerdi cevizler. Gövekleri kolayca ayrılırdı çırpma zamanı. Koşuştururduk ceviz çırpılan bahçelere. Toplamaya yardım ederdik. Toplanır, tenekelere doldurulur, büyüklerden biri eve taşıyarak, boşaltır getirirdi boş tenekeleri. Sonra görünür ceviz kalmazdı çevrede. Bahçe sahipleri ayrılırdı ağacın dibinden yapılan son denetimden sonra. Artık başaklama zamanıydı. Başaklama yardım eden çocukların hakkıydı. Neredeyse her çalıyı aralar, her taşın altına bakar, kendini bize saklayan cevizleri bulurduk. Halimize bakan büyükler gülüşürdü uzaktan. Kimse karışmazdı topladıklarımıza. Oyun zamanı gelirdi sonra. Otsuz bir düzlükte toprağa bir çivi çakılır etrafına bir çember çizilirdi, sivri bir çubukla. Çivinin üzerine beş kuruşluk bir "demir para" yerleştirilir, nişan alınır, atılan cevizle para yere düşürülmeye çalışılırdı. Atışını yapan parayı düşüremezse sırayı diğerlerine verir, düşürmeyi başaran atılmış olan cevizleri yerden toplardı...

Bahçemizdeki ceviz gölgesine sığınanları koruyan sağlam bir barınak gibi gelirdi bana. Dibine yerleştirilmiş ağaç sedirde minderlere oturup çay içerdik sıcak havalarda. Bazen başımı kaldırır yaprakların arasından ışık kıpırtısı görmeye çalışırdım dakikalarca. Oyun oynuyorlarmış gibi gelirdi bana yapraklarla güneş ışığı. Işık görünür gibi olur, yapraklar keserdi yolunu.

Bir gün biri " Ceviz diken ölür!" demişti, eklemişti ardından " Cevizi kargalar diker!" Kargaların ağzındaki cevizin düştüğünü görmüştüm birkaç kez. Düşürdüklerini sanırdım oysa tutunsun toprağa, kök salsın, büyüsün isterlermiş! Ceviz birden yabancılaştı bana, uzak durur oldum. Gölgesi çağırır, gitmez, bahçe duvarına oturur, karşıdan izlerdim yaprak kıpırtılarını. Giderek yabancılaşıyordu sadece kargaların diktiği ağaç. Karşı koymak istiyordum bu yabancılaşmaya. Diken herkes ölüyorsa nasıl yabancılaşmazsın ?

Birileri gelip bahçeleri gezdiler. Tek tek incelediler cevizleri. "İstanbul esnafıymış" diye fısıldaşır kadınlar aralarında. Anlamadığım pazarlıklar oldu, bahçe sahipleriyle. "İstanbul esnafı" tutup ellerini bahçe sahiplerinin bir aşağı bir yukarı salladı. Paralar verildi bahçe sahiplerine. Sonra büyük testerelerle işçiler geldi. İki işçi birer sapından tutup testerenin, geçip iki yanına cevizin kesmeye başladılar. Kesildi cevizler tek tek. Saatler sürdü her bir cevizin kesilişi. Yıkılıp yere serildiler. Devrilen ağaçların gövdelerinden sızan suyu gösterdim anneme, "Ağlıyor!" dedi, acıyarak. İçim cız etti. Rahatlatmak istedim kendimi. "Ceviz diken ölürmüş, öyle mi dede ?" dedim. Güldü "Ceviz diken beli kalınlığına gelince ölür" diye yanıtladı. "Nasrettin hocanın "Eyüp koymayın çocuklarınızın adını, halkın ağzında ip olur" dediği işte. Milletin ağzında ceviz diken ölüre dönmüş." "Yani ölüyor, her kim dikerse" dedim, söylediğini anlamaya çalışarak, karşı çıktı: "Geç büyür, geç meyveye durur...Kaç yılda bel kalınlığına gelir bilir misin ? Bir ömür geçer meyveye durana kadar. Ceviz diken yiyemez dedikleri bundan. Dedeler diker, torunlar yer meyvesini"

Bir kararında haksızlık yaptığını anlamış, dürüst bit yargıcın gecelerine döndü gecelerim. Hep anımsadım ceviz ağacını. Devrilen kütükler uzun süre bahçede kaldı, nemli toprağa cansız uzanmış. Yağmur, kar yağdı. Çürümeye başladı kütükler. Ninemin dediğine göre taşıyamamış trene "İstanbul esnafı" "ol görüp!" Parasını ödeyip kestirmiş, taşıyamamış, çürümeye terk etmişlerdi.

Sonra birkaç kez ceviz fidanı dikildi. Erken meyveye durdular, dikenler de ölmedi. Ama ne "ceviz" cevizdi. Ne ağacı "ceviz ağacı"!

Çok haksızlık edildi cevize çok !

***

* Alır Giderim Düşlerimi, Çağatay Güler, Palme Yayıncılık, Ankara, 2011

3 comments:

  1. kalan cevizlere bari hürmet edelim, çiya'da mis gibi kaymaklı ceviz tatlısı yiyelim :)

    ReplyDelete
  2. o ne güzel şeydi öyle ya. ben bikaç gün sonra başka bi arkla dolanırken, galata kulesi meydanındaki yere gidip bi daha yedim cevizli tatlıdan :)

    ReplyDelete
  3. güllaç'la kıyaslanamaz bile, enfes... yeşil cevizi bulsam da yapsam :)

    ReplyDelete